Üç gün olmuştu. Üç gündür haber yoktu. Ne gören olmuştu ne duyan.  Ilgın’a gitmediğini biliyordu. Ali’ye sormuş, Araplarda İğdeli Camideki Hocaya sormuş, Kapu Camisine bile gitmişti. Kapu camisinde Abdül Bakiyi göremeyince telaşlandı, İğdeli Caminin imamı da uyarınca en sonunda polise gitti. Okul Müdürü adli vaka olduğu için Hüseyin’e ikinci gün haber verdi. Zavallı adam can havliyle Konya’ya gelmiş yana yakıla oğlunu arıyordu. Sokak sokak Konya’yı dolaşıyordu.  Karakolda da ki Komiser denilen şu kelli felli adam, oğlunun kaybolmasına bakmadan acımasızca Hüseyin’e söylenmişti.

“Çocuklarınızı salıyorsunuz buraya, ne arıyorsunuz ne soruyorsunuz. Burası büyük şehir ahbap, buralarda her türlü pislik var. Neyine güvenip başıboş bıraktın oğlunu. Sizin düşüncesizliğinizin ceremesini biz çekiyoruz. Bak şu dosyaları gördün mü? “Bir tomar dosyayı Hüseyin’in önüne attı. “Bunlar senin gibi sorumsuz babaların ilgilenmediği çocuklar. Hepsi kayıp. “ Sırtını oturduğu koltuğa dayayıp, kendi kendini yiyip bitiren Hüseyin’e kınayan gözlerle baktı. “Şimdi hemşerim bırak da işimizi yapalım. Devletin polisine güven: Ölü ya da diri oğlunu buluruz.”

“Ölü ya da diri “ diye tekrar etti Hüseyin. Sonra dönüp Komisere;

“Haklısınız Komiserim baba olarak devletin okuluna ve devletin polisine güvendim. Affınıza sığınırım” deyip kalktı gitti.

Akif’in anlattıklarından ne olup bittiğini öğrenmek için karakola gittiler. Komiser aynı kayıtsızlığı ile karşıladı. İsmail Hocayla görüştüklerini adamın hala içerde olduğunu yarın çıkacağını, Mehmet den haberi olmadığını ama yardımcısı Abdül Baki den eski bir talebesinin onu sorduğunu öğrendiğini, bir daha haber gelmediğini, ailesine sabırlar ilettiğini ve tez zamanda bulunması için 41 Yasin okuyacağını söyledi. Ayrıca daha önceki dergâh için delil yetersizliği olduğundan herhangi bir işlem yapılmadığını da ayrıca bildirdi. Biraz sonra Komiser Yardımcısı Ali’nin Abdül Baki hocayı getireceğini onlarında bekleyebileceğini söyledikten sonra gerindi ve çayını içmeye koyuldu.

Komiser Mustafa henüz 40 yaşlarında, sarışın, yuvarlak yüzlü, uzun boylu bir adamdı. Yanakları çökük, yüzü uzun, kahverengi gözlerini örten kadınları kıskandıracak derecede uzun kirpiklere sahipti. Sağ elmacık kemiğinin üzerinde bıçak yarasından kalma bir izi vardı.  Ve çoğu Türk erkeğinde bulunan Türk Kası ve Türk bıyığına sahipti.

Biraz sonra kapı çalındı. Komiser Mustafa “gir” diye bağırdı. Komiser Yardımcısı Ali yanında şalvarlı, başında sarık olan esmer, ince uzun sakallı bir adamla girdi. 

“Komiserim emriniz üzere Abdül Baki Yılmaz’ı getirdim.”

“Tamam Ali sen çıkabilirsin.”

Abdül Baki’ye dönüp;

“Kusura bakmayın Hocam sizi de rahatsız ettik. Kayıp bir vakadan dolayı ifadenizi almamız lazım. Mehmet Güneş adlı bir genç kayıp, bu bey babası, çocuk daha önce size gelmiş?”

“Evet “dedi Abdül Baki. “Hatırladım İsmail Hocanın eski talebesiymiş geldi, sordu bende selamını Hocamıza ilettim. Daha sonra garajda gördüm onu, memleketten geliyormuş. Ayaküstü konuştuk sonra bizim acelemiz vardı, ayrıldık. Daha sonra görmedim. Demek kaybolmuş, inşallah kısa zamanda bulunur. Acıdım şimdi parlak bir gençti” dedi. Sonra dönüp Hüseyin’e bakınca içinden bir şeyler cız etti.

Abdül Baki karakoldan çıktığında Mehmet’i kurtarmayı kafasına koymuştu. Onun elinden bir genç can vermişti. İkinci birine müsaade etmeyecekti. Mehmet’in bir faili meçhul cinayete giden yolculuğunda kendi parmağının olması vicdan azabını ikiye katlayacaktı.  Öldürdüğü o gencin kanı ellerindeyken bir de Mehmet’inki ağır gelecekti. Hüseyin yüzü gözünün önünden gitmiyor, Kendi oğluyla sınandığı gün aklına geliyordu. Evinde bir gazete sayfası daha saklamayacaktı. 5 yıl boyunca okuduğu Konya gazetesinde yazanları zihninde okumaya başladı.

“ 03. Eylül 1967 tarihinde sabah saatlerinde Konya Meram da bir ceset bulundu. Genç bir çocuğa ait olduğu tahmin edilen fakat hava şartlarının da etkisiyle çürümüş olan cesedin eşkâli belirlemedi. Cesedin bulunduğu yerde kan izine rastlanmamasından, cinayetin başka bir yerde işlenmiş olabileceğini ihtimali üzerinde duran Polis Meram da geniş araştırma yapmasına rağmen her hangi bir ize rastlandı. Ceset kimsesiz mezarlığına defnedildi.”

Bir babanın oğlu, bir annenin umudu ama sayesinde adı sanı olmayan bir gençten ceset diye yazmaları İsmail Hocanın hoşuna gitmiş haberin üzerine bir keyif kahvesi içmişti. Abdül Baki’nin nefretle yüzüne baktığını görünce;

“Merak etme cinayet silahı bende güvende. O gece orada olanları da ben istemediğim sürece kimse kimseye anlatmayacak.” Mesajı alan Abdül Baki susmuş zamanla da bu adamın zalimliğine alışmıştı. Ama şimdi Mehmet için bir şeyler yapmalıydı.

Hüseyin Komiser Mustafa’nın sözde tesellisinden sonra karakoldan çıktı. İçinde sıkıtıyla camiye yöneldi.

Yolda yürürken, durakladığı kaldırımda, camide, namazda, elleri açık Allahın adıyla ağladı, ağladı, ağladı…

Bu nasıl kıştı Ya Rabbi! Dışı buz tutarken içi cehennem ateşiyle yanıyordu. Bu nasıl kayıptı Ya Rabbi! Aynı anda hem yaşıyor hem can çekişe çekişe ölüyordu. Evlat acısı nasıl bir şey ki? Ayak parmaklarından saçının teline kadar işleyen, adı sanı belli olmayan, bu diş ağrısı gibi zonklayan şey miydi? Duy bu bahtsız kulunu Ya Rabbi! Kayıpların en büyüğünü yaşatma; oğlunu, umudunu, Mehmedini, gururunu ona geri ver…

Karısını ve çocuklarını yangında kaybeden Hüseyin hiç akıtmadığı kadar gözyaşı akıta akıta dışarıya çıktı. Dışarını soğuğu yanan yüzüne çarpınca nefes aldı. Akif’in koluna girdiğini hıçkırıklarından anladı. O gariban da Hüseyin’le birlikte ağlamıştı. Sessizce, sanki yokmuş gibi gözyaşı dışına, isyanını içine akıtmıştı. Birlikte sendeleye sendeleye gittiler.

4. günün sabahı Hayati Beyin ofisine okuldan telefon gelince belki de hayırlı haber diye ayaklarına kanat takıp koşarak okula gitti. Okulun önündeki kalabalığı görünce yavaşladı. Öğretmenler, öğrenciler sıralanmış okulun önünde duruyorlardı. Okul Müdürü onu görünce yanına gelip koluna girdi.

“Gel Azizim gel. Merak etme henüz kötü bir haber yok. İyi haber de yok ama olacak inşallah.”

Hüseyin afallayarak koluna giren müdürle birlikte kürsünün yanına vardı. Müdür mikrofona parmağıyla vurarak ses kontrol yaptıktan sonra boğazını temizledi ve söze başladı;

“Günaydın Çocuklar. Bugün burada özel bir nedenden dolayı toplandık. Hepinizin bildiği gibi Okulumuzun 3. Sınıf öğrencilerinden olan Mehmet Güneş’in kayıp olmasının 4. Günündeyiz. Maalesef bu güne kadar polis soruşturmada ilerleme kaydedemedi. Artık kimsenin sabrının kalmadığını biliyoruz. Polisin işine karışmamak adına bekledik. Fakat artık gün bekleyecek gün değil. Artık arkadaşınız için endişelendiğini onu bulmak istediğini bildiğimiz için bu gün dörderli guruplar olarak Konya kazan biz kepçe Mehmet’i arayacağız. Bulan olursa iki kişi yanında bekleyecek diğerleri doğruca polise gidecek. İnşallah akşam olmadan Mehmet Güneş’in iyi haberlerini alacağız. Akşam ezanından önce dönmek üzere dağılabilirsiniz.”

Öğretmenler öğrenciler geç kalınmış bu eylemi avuçları patlayıncaya kadar alkışlayıp tezahüratla karşılık verdi. Daha sonra Öğretmenlerin eşliğinde herkes dörderli guruplarla Konya sokaklarına dağıldı.

Akif Hüseyin’in yanında kaldı. Hüseyin karmaşık duygularla elindeki bardak da son kalan suyunu içti, Akif’e döndü. Akif bu adamın bakışları altında eziliyordu. Kardeşine sahip çıkamamıştı. Kendini suçlu hissediyordu. O gün Mescitten çıktıktan sonra yatıp uyumuştu. Akşam olunca fark etmişti Mehmet’in yokluğunu. Belki daha önce anlasaydı çıkar arardı. Bulabilirdi. Bulamasa bile polise erkenden haber verirdi. Suçluluk duygusuyla karışan sesiyle konuştu;

“Hüseyin Amca ben diyorum ki… Şey bizde seninle Kapu Camisine gitsek. İsmail Hocanın bugün çıkacağını söylemişti Komiser. Belki camiye gelir. O gelmezse Abdül Baki gelir bizde takip ederiz. Belki olur ya bizi Mehmet’e götürürler. Polis bana pek inanmadı ama Mehmet’in başka düşmanı yoktu ki! Aklım başkasını almıyor. Son günlerde onlardan korkuyordu.”

Hüseyin Akif’in çırpınışını, çaresizliğini gördü. Mehmet’iyle acıya acıya gurur bir kez daha içi duydu. Akif’in omzuna elini koyup;

“ Sen burada bekle oğlum. Ben giderim. Seni tehlikeye atamam. “

“Olmaz Hüseyin Amca kalmam, kalamam. Kim bilir kardeşim ne halde? Ben kendi canımın derdine düşemem. Hem sen İsmail Hocayı daha önce görmedin. Tanıyamazsın. Ben gazetede resmini görmüştüm. Haydi Amca toparlandıysan gidelim. Daha fazla beklemeyelim“

Dolan gözleriyle okşadı Akif’i. Ahde vefaya sahip olan bu oğlan kendisi kadar acılı kendisinden daha dirençliydi. Gençti ama aklı bir karış havada olanlardan değil, hayatın elleriyle büyüttüklerindendi. O ve Oğlu birbirlerine sığınmışlar birbirlerin kardeş bellemişlerdi. Kim bilir belki Mustafa’sı yaşasaydı onunla da böyle olurlardı? Allah oğlunun kardeş acısını Akif’le dindirmiş, bu iki acılı çocukları birbirlerine can bağıyla bağlamıştı.

Son bir gayretle ayağa kalktı. Uykusuzluğun, acının verdiği uyuşuklukla Akif’e tutunarak yürüdü. Kapu Camisinin oralarda oyalandılar. İsmail Hocanın eski evinin sokağında yürüdüler. Kayalı Parkta Mehmet’in oturduğu bankta oturdular. Konya’nın kışında kar altında kalan ağaçlara baktılar. Gittikleri her yerde Mehmet’ten bir iz aradılar. Namazda ola ki Abdül Baki oradadır diye en arka safta durdular. Yatsı namazından sonra son umutları da tükendi. Ne Abdül Baki ne de İsmail Hoca vardı?

Okula gittiklerinde Müdürün başını sağa sola sallarken gözyaşlarını saklamasından son çabanın da işe yaramadığını gördü. Gece çöküp karalığa teslim olunca artık ölü de olsa oğlunu istiyordu.

“Bakma öyle Fadimem. Ben ister miyim ölüsünü bulmayı? Ama hiç olmasa sana getiririm. “

Gözleri kendiliğinden kapandı. Açtığında artık acı hissetmiyordu…