Mehmet kafasında bir yığın düşünce ile okuluna devam ediyordu. Gerçi o duruyor onun dışındaki her şey gözlerinin önünde aynı hızda geçiyordu. Artık eskisi kadar okulun gözdesi olma hevesi kalmadı. Ya da gece âlemlerinin hızlı koşucusu olmaktan vazgeçti. Yaşadığı şeyin ona bir ders olmaktan ziyade hayatın kendisi olduğunu az çok anladı. Bu dünya döndükçe insanların dini duygularını sömürerek ayakta duran, cinayetlerinin adına cihat diyen bir toplum İslam dünyasında her zaman vardı, var olacaktı. Asırlar önce Yezid’inin imamı Hüseyin’e yaptıklarını Ehlibeyti güç ve taht uğruna nasıl katlettiklerini okumuştu. Müslümanlığı, İslam âlemini böyle kullanmaları Şeriat adı altında insanları katletmelerini hazmedemiyordu. Abdül Baki Hocanın ona dediği “Şeriat gereği ölmesi gerekiyordu “ cümlesi kafasında yankı yaptıkça hazmedemiyor kendi inançsızlıklarına kılıf bulmalarına kızıyordu.  Ne yazıktı? İnsan insana nasılda acımasız davranabiliyor, Allahın onlara verdiği canı alma gafletini hem de dini kullanarak nasılda düşebiliyorlardı? Bu hakkı kendilerinde bulabiliyor, Allah adına temizlik diye nitelendirip kendilerini Allahın askeri olarak görüyorlardı.

Okulda artık bir tek Akif’le konuşuyordu. Öğretmenlerinin sorularına atılmak yerine söz sırasının ona gelmesini bekliyordu. Ali’ye ise artık neredeyse kopmuşlardı. Ali ilk zamanlar yanında olmaya çalışsa da kanın hızlı akmasından mıdır nedir belli bir zaman sonra sıkıldı. Zaten bir Akif bir de babası yetiyordu ona.

Matematik öğretmeni tarafından defalarca uyarılmasına rağmen bir türlü asılamıyordu dersleri, veremiyordu kafasını. Asıl bu yıl sıkı tutmalıydı. Gelecek denen şeye bu yıl hazırlanmalıydı.  Arada bir son yılı okuyup buradan bu şehirden kaçmak geliyordu ama içindeki intikam hırsı onu alıkoyuyordu.

 Eylül gelip geçmiş, Ekimin yaprak dökümü ve sert rüzgârları başladı. Kendince küçük bir liste yaptı;

Yapılması gerekenler:

1.      Kimdi bunlar?

2.      Kaç kişilerdi?

3.      Başlarında ya da arkalarında kimler vardı?

4.      İsmail Hoca ne zaman çıkacaktı?

5.      Çıkınca ne yapacaktı?

 O bunlarla meşgulken Akif’in başında dikilip elindeki listeyi okuduğunu fark etti. Durumu Akife anlatınca Akif de “ne yapacaksan yap, arkanda değil yanındayım demişti.”

Sabah erkenden kalkıp o günün derslerine girdiler. Görünürde her hangi bir gündü.

Cuma saati yaklaşınca abdestlerini alıp birlikte Araplar sokağına doğru yola koyuldular. İğdeli Camide namazları kılıp vaazdan sonra cemaatin dağılmasını beklediler. Herkes gittikten sonra Akif ile Mehmet imama yaklaştı. Daha onlar bir şey söylemeden İmam Akif’e bakıp;

“Maşallah nur akıyor yüzünden. Alnın sürekli secde görüyor olsa gerek.” Dedi.

Hocanın bu yakınlığı işlerine geldi. Birlikte camide bağdaş kurup oturdular. Akif 1960 da buralarda bulunan bir dergâhı ve öğretilerini merak ettiklerini söyledi.  İmamın yüzünün gölgelendiğini fark edince doğru iz peşinde olduklarını anladılar. Bir yakınlarının çocukları için dergâh araştırdıklarını onlarda tesadüf olarak burayı duyduklarını eğer hala devam ediyorsa düşünebileceklerini söylediler.

İmam;

“Çocuklar araştırdığınız dergâh size ve yakınlarınıza göre bir yer değildi. Hem zaten kapatıldı.” Dedi

Akif baktı ki hoca konuyu kapatıyor hemen atıldı;

“Hocam nasıl bize göre değildi. Yani dergâhın öğretileri neydi ki bu kadar sakıncalı buldunuz. Allah’ı kitabı öğretmiyorlar mıydı?

“Çocuklar doğruyu söylemek gerekirse söylediğiniz bahaneye inanmadım. Neden bu dergâhı araştırıyorsunuz bilmem ama size asıl olanı anlatmak boynumun borcu. Niyetiniz ne ise belki vazgeçersiniz. “ deyip rahat bir pozisyona geçti. Anlaşılan anlatacağı her ne ise uzundu.

“Çocuklar biz Türkler genel olarak Hanefi mezhebine bağlıyız.” Diye başladı. Ve devam etti “Biz peygamber efendimizi, sahabelerini halifelerini olduğu gibi kabul eder yolumuzu onların yolu biliriz. Her hangi bir konuda hüküm vereceksek öncelik olarak kitabımız Kuran’ bakarız orada yoksa hadisi şeriflere orada da yoksa sahabelerin yaptıkları aydınlanırız.

O bahsettiğiniz dergâhın öğretileri ise…” deyip durakladı. Sıkıntılı bir nefes alıp sesini kontrol altına sağlamaya çalıştıysa da sıkının yansımasını engelleyemedi.

“onlar” diye devam etti. “ şii mezhebine bağlı Caferilikle ilgili öğretiler doğrultusuyla kurdular dergâhı. Önce size Caferliği anlatayım. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ederken Hz. Ali’nin halife olmasını vasiyet etmiş. Fakat halk oy çokluğuyla Hz. Ebu Bekir’i Halife seçti. Caferiler de tıpkı Aleviler gibi Peygamber efendimizden sonra Ali’nin gelmesi inancıyla diğer halifeleri yok sayarlar. Hz Ali ve ailesi onlar için değerlidir. Peygamber efendimizin kızı Fatıma anamızı, Hz. Ali’yi ve onun 11 evladını pak masum günahsız kabul ederler. Caferilere göre Hz. Muhammed Mustafa ( s.a.v) den sonra 12 imamı halife sayar onlara ve öğretilerine inanırlar. Ehlibeytin başına gelenler tüm İslam âlemini üzer. Ama onlar aşure ayının ilk günü ayinlerinde kendilerine zarar vererek Hz. Hüseyin’i anarlar. Son imamın kayıp olması sonucu bir gün Mehdi olarak tekrar dünyaya geleceğine inanır, kurtarıcıları olacağını kabul ederler. Bu bahsettiğiniz dergâh da ise bu öğretileri kullanarak gençleri zehirlemeye çalıştılar. Yani Caferiliğin adını kullanıp dini duygularını sömürmeye çalıştılar. Çok sonra mahalle halkı anlayınca çocuklarında ki farlılıkları görünce şikâyet edip kapattırdılar.

“Peki hocam bunların çevresi geniş mi?”

“Evlat zaten oranın kapanma sebeplerinden bir diğeride bu. Örgütleniyorlarmış. Gençleri kullanarak Mehdi geldiğinde onlar için savaşacak cihad yapacaksınız diyorlarmış. Sizler İslam âlemini fedaileriniz diyerek beyinlerini yıkıyorlarmış. Çocuklardan bir kendini fedai olarak kabul edip bir vatandaşı dinsiz diye bıçaklamaya kalkınca asıl niyetlerini çıkmış oldu.”  Adam susup toparlanamaya başlayınca Akif atıldı;

“Hocam bir soru daha sorabilir miyiz?”

İmamın bu konudan rahatsız olduğu her halinden belliydi. Mehmet ve Akif’i onlardan koruma içgüdüsüyle ne biliyorsa anlatmıştı. Anlatırken yüzündeki tüm kasaların gerildiğini görebiliyorlardı. İmam isteksizce kafasını sallayınca hemen sorusunu sordu Akif.

“Hocam bu dergâhın hocası kimdi. Yani demem o ki bu kadar tehlikeli bir örgütlenemeden sonra bu adamlar hala halk arasında gezebilirler mi? İstediği yerde imamlık ya da her hangi bir iş tutabilirler mi? Polis bastı dediniz, nasıl çıkmış olabilirler?”

İmam bu kez şüphelenmişti. Demek ki bildikleri bir şey vardı? Belki de onlardandılar, belki de tekrar harekete geçmişlerdi? İmam kendini korumaya alması gerektiğine, bu iki gence daha fazla bir şey anlatmamasını gerektiğine karar verdi. Oysa nasılda masumlardı. Yazık.

“Hocayı bilmem. Benden önce buranın imamıydı. Ama o zamanlar ben başka yerde görevliydim. Arada anamı babamı görmeye geldiğimde duydum olanları. Çocuklarını o dergâha gönderenlerde çocuklarını korumak maksadı ile mahalleden taşındılar.”

Akif ile Mehmet imamın ses tonundan daha fazla zorlamamaları gerektiğini anlayıp, teşekkür ettiler. Elini öpüp helallik aldıktan sonra düştüler yola.

Mehmet’in aklı karıştı.  Abdül Baki Hocaya erken bıraktığını söylemekle iyi yapmıştı. Şimdi sırada onlarla samimi olması güvenlerini kazanması vardı. Ama önce oranın talebelerinden birini bulabilirse çok iyi olacak en azından daha kapsamlı bilgiye sahip olacaklardı. Bir de Akif takıldı aklına. Bu iş tehlikeli görünüyordu. Onu nasıl uzak tutması gerekirdi. Akif yine düşüncelerini okumuş gibi konuştu. 

“ Mehmet işin içinde örgütlenme varsa bizi aşabilir. Adamlar güçlü ki Konyanın en eski ve bilinen camisinde imamlık yapmaya devam ediyorlar. “

Mehmet düşüncelerinden sıyrılıp Akife döndü. Kendinden emin bir sesle;

“Eğer korkuyorsan ben yoluma yalnız devam ederim. Gönül koymam sana. Bu işin sonu nereye giderse gitsin bırakmayacağım Akif.”

“Ne korkması? Allahtan başkasından korkmam ben. Sadece iş sarpa sararsa en azından yanımızda birilerinin olması iyi olur diye dedim. Polise falan gitsek?”

“Polise ne anlatacağız? Baskından bile kurtulmuşlar. Adamlara baksana arkalarında kim varsa onları koruyor. Hem zaten içerde yakında çıkaracaklar. Onlar çıkarmasa devlet af çıkaracak. O zaman tekrar serbest kalacak. Şimdilik polis onlara bir şey yapamaz. Ben kendi göbeğimi kendim keseceğim Akif. Sen olsan da olmasan da.”

“ Biz dostuz oğlum. Davan davamdır. Ölsem de vazgeçmem.”

Sevdi dolu gözlerle baktı Akif’e. Dolan gözleri, buruk sesiyle;

“Ben senden razı kaldım Allah da senden razı kalsın Akif…”

Es…

Merhaba sevgili okurlarım.

Burada biraz mola vermek istedim. Henüz yazarlık pozisyonunda olamasam da bir şeyler karalamamdan sebep bu cüretimi mazur görün. Hikâyemle ilgili birkaç bilgiyi sizlerle paylaşmak içindir bu gafletim.

 Öncelikle bu hikâye benim açımdan birçok kez yön değiştirdi. İlk olarak babamın hikâyesini yazmaktı amacım. Amma velâkin babacığım o kadar yaşlı ki olayları yer ve mekânları çok karıştırdı. Zamanında geçmişi her anlatmaya başladığında kafamda esen kavak yelleri yüzünden hep kaçtım. Şimdiyse takdir edersiniz geç kaldım. Kalemimin bunların üstesinden geleceğini düşünsem de babamın yaşadıklarına ihanet etmemek için vazgeçtim. Bende kafamda bir baba oğul yarattım. Hikâyeyle böyle başlayıp geçmişten günümüze kadar uzanan, sadece şekil değiştiren ama sonuçları hep aynı kalan gerçeklerimizi kalemimle sizlere aktarmaya çalıştım. Namus adı altında katledilen kadınlar, sömürülen dini duygular, gelecek korkusu, yokluk, kendi acılarına sessiz kalan ve bir elin parmaklarını geçmeyen, yaşam mücadelesi ile kaybolmanın kıyısında dolaşan kahramanlarımla biz kaldığımız yerden devam edeceğiz. Bunca sömürünün altından kalkabilecekler mi? Bende bunu sizlerle beraber öğreneceğim. Birazda hikâyemin Konya da geçmesinin sebeplerine değinmek isterim. Öncelikli olarak babam Konyalı… ( ilk onun hikâyesiydi değişmeden önce) Ama asıl sebeplerden biri, dışarıdan bakılınca Konya’nın bilinen bilinmeyen tarihini, kendi halinde sokaklarını, mis gibi havasını, üzerinden her gün yüzlerce insanın geçtiği kaldırım taşlarından bir tebessüm alıp, Allah’ını anmak alnı secdede elleri açık Allah’ına dua eden insanları bir nebze olsun anlatmak… Konya mı anlatmak istedim. Umarım sizi o günlere götürüp bu hikâyeyi içinizde yaşatmayı başarmışımdır.

Keyifli okumalar…