Mehmet her zamankinden daha fazla özen gösterdi kendine.  Lacivert takımını giydi,  beyaz gömleğinin yakalarını dikleştirdi. Babasının verdiği yepyeni kösele ayakkabıyı ayağına geçirdi. Kafasını limonun suyu ile yıkayıp arkaya doğru taradı. Eliyle ütünün geçtiği yerleri bir kez daha düzelti “jilet gibi, terzide işinin ehliymiş, tam üstüme göre dikmiş, helal olsun aldığı paraya” diye söylendi.  Ali’den aldığı parfüm şişesini üzerine boşalttı. Sonra da kokusundan öksürmeye başladı. Neydi bunun kokusu? Ardıç ağacı demişti Ali.

“Tüh be iyi değilmiş bu kadar öksürttü. Bir de kızlar bayılıyor demişti.”

Aynada kendini bir kez daha süzdü. Kendinden emin olmanın izlerini yüzünde taşıyordu.  Bir an gözlerini gördü ve kendinden korktu. Neydi bu gözlerindeki şey? Şehvet, hırs, açlık ya da aşk! Aklından geçen düşüncelerle gülümsedi. Aysel’in yanağına, dudağına kondurduğu küçük buseler içini titretmişti. Son kez yakasını düzeltip arkasını döndü. Akif yatağa oturmuş onu izliyordu. Bakışlarında bir tedirginlik, bir korku gördü.

“Ne oldu oğlum ne bu halin?”

“Bilemedim Mehmet, içimde bir sıkıntı var.”

“Sıkıntı yapacak ne var?”

“Anlamıyorum, sadece dikkatli ol kardeşim. Aysel bacıma diyecek bir şeyim yok da o üvey babası...” sözleri yarım kaldı, cümlelere dökülemedi. Ne diyeceğini bilememenin verdiği huzursuzluk ile ayağa kalkıp, pencereye doğru yürüdü.

“Merak etme “dedi Mehmet, arkadaşının arkasından gitti elini omzuna koydu. Sanki Akif’in düşüncelerini okumuştu. “Ne kendime ne de Aysel’e zarar verecek bir şey yapmam. İçini ferah tut kardeşim” diye devam etti.

Mehmet’in bir şeylerin farkında olması hoşuna gitti. İçindeki sıkıntı geçmemiş ama biraz olsun rahatlamıştı. En azından Mehmet nerede duracağını bilir diye düşündü.

Ali’nin evi Macur pazarının orada etli ekmekçi Osman’ın üstündeydi. Anıtın karşı yolundan macur pazarına yürüdü. Ayaklarına can mı gelmişti, yoksa mesafenin azlığından mıydı bilinmez, kendini evin köşesinde buldu.  Aysel’in balık pazarının kenarında kendini beklediğini görünce aceleyle apartmanın kapısını açtı. Kapıda biraz bekledi, Aysel de Mehmet’i görmüş ona doğru geliyordu. Mavi çiçekli elbisesinin etekleri kabanının altından görünüyor, uzun siyah saçlarıyla sanki rüyalardan çıkıp gelmişti. Alt dudağını ısırmış Mehmet’e bakıp gülümsemeye çalışsa da tedirginliği her halinden belliydi. Kapıyı açık bırakıp birinci kata çıkıp bekledi.

Aysel kızartma kokan apartmana girince yüzüne vuran sıcaklık ile bir anda gevşedi. İki basamak çıkmıştı ki Mehmet’in merdivenlerden indiğini görmesiyle, boynuna dolanan kollarının sıcaklığını hissetmesi eşzamanlıydı. Aysel’in dur demesini pek umursamayan Mehmet Aysel’in boynuna kondurduğu ufak öpücüklerle kokusunu içine çekiyordu. Aysel’in huzursuz kıpırdanmaları sonuç vermiş, Mehmet kollarını gevşemişti.

Sırıtarak;

“Doğru ya bir gören olur “dedi.  Aysel ve kızaran yüzüyle el ele tutuşup merdivenleri yan yana çıktılar. Mehmet cebinden anahtarları çıkarıp kilide sokmaya çalışırken ellerinin titrediğini fark edip, kendinden utandı. Kapıdan girip, salona geçtiler. Aysel çekinerek ilk adımını attı, kabanını çıkarıp üçlü koltuğun köşesine ilişti.  Mobilyalardan anlaşıldığı kadarıyla varlıklı bir ailenin çocuğuna aitti. Ortada duran mermer sehpanın üzerinde mecmualar, gazeteler, plaklar düzeli bir şekilde koyulmuş, karşıda duran televizyon, televizyonun arkasında kitaplık, kolları ahşap krem oturma grubu dikkat çekiciydi. Perdelere takıldı gözleri, fıstık yeşili tafta perde çekiliydi. Tabi ya Aysel yeni fark etmişti içerisi güpegündüz karanlıktı.

“Bir şey içer misin? Diye sordu Mehmet.

Sanki ilk buluşmasıydı Mehmet’le, bir çekingenlik bir korku vardı yüreğinde.

“Yok içmem” dedi. Tedirginliği sesine de yansımıştı.

“Dur, gazoz getireyim, içeriz beraber” dedi Mehmet.

Odadan çıkınca Aysel ellerini ovuşturarak rahatlamaya çalıştı. Gözlerini kapatıp sürekli kendine aynı şeyi tekrarladı.

“Sakin ol, sakin ol”

Mehmet yanına gelince gazozları mermer sehpaya koydu. İkisi de aşık, ikisi de suskun, ikisi de yerdeki yeşil halıya bakıyorlardı. Aysel sadece bakmakla kalmıyor ayak parmaklarını kıvırmış halıyı delercesine bastırıyordu.  Mehmet’in aklı Aysel süt gibi teninde, Aysel’in kulağı kapıdaydı. İkisi de aynı anda gazoz şişesine uzandı, ikisi de aynı anda birer yudum aldı.  Mehmet gazoz şişesini sehpaya koydu, Aysel elinde tutmaya devam ediyordu. Onunkini de alıp sehpaya koydu. Aysel Mehmet’in gözlerini ilk defa bu kadar yakından gördü. Ağzında çıkan sözcükler anlaşılmadı, cılız çıkan sesi kalbinin gümbürtüsüne karıştı.

“Mehmet dur! Yapma.”

 

 

 

Aysel eve varır varmaz kendini banyoya attı. Soğuk suyun altına girip titreye titreye ağlamaya başladı. Ne yapmıştı, nasıl yapmıştı? Bunun sonu ne olacaktı? Annesinin, konu komşunun yüzüne nasıl bakacaktı. Kötü kadın mı olmuştu şimdi? Yoksa seven, güvenen, kendini adayan fedakâr kadın mıydı? Mehmet ne demişti, ikimizde birbirimizi seviyoruz. Hala seviyor muydu Mehmet onu? Yoksa oda hafif kadınlardan mı görecekti onu? Soğuktan uyuşmuş havlulara sarınarak çıktı banyodan, kardeşi Mustafa ile beraber kullandıkları odaya geçti. Yorganın altına girip ağlaya ağlaya uyudu.

Mehmet ise okula dönerken kafası karmakarışıktı. Yaptığı yanlışın farkında vicdan azabı ile acı çekiyordu. Oysa mutlu olması lazımdı, ne zamandır istediği şeye ulaşmış Aysel’i kollarına almıştı. Okulda Akif’e görünmemek için dualar ederek yatakhaneye çıktı. Şimdi yüzünden anlardı arkadaşı, utançtan ölürdü o zaman. Yemek saati olunca herkes yemeğe inmişti. Oda havlusunu sabununu alarak banyoya gitti. Günahlarından arınmak, yenilenmek istiyordu. Üç kez vücudunu sabunlamış yineden kendini arınmış hissetmiyordu. Banyodan sonra yatağına uzanıp düşünmeye başladı. Bugünü Aysel’i… Aysel aklına gelince içi kıpırdadı gözlerini kapatıp gülümsedi.  Bunun bir söz vermek olduğunu biliyordu. Zaten evleneceklerdi. Belki çok sonraydı ama olsundu.

Günler aynı tempoda ilerliyordu. Mehmet ve Aysel hemen her hafta Ali’nin evinde buluşuyorlardı. Kış geçip bahar yüzünü gösterince etrafın yeşilliği insanın içini açıyordu. Bulutların arasında kendini gösteren güneş etrafı o kadar ısıtmasa da insanın içine neşe tohumları saçıyor, bizim iki âşık hayal dünyasında yaşatıyordu. Bahar Aysel’in korkusunu da alıp götürmüştü. Birilerinin görmesini dert etmeyi bırakıp kendini tamamen Mehmet’e teslim etti. Mehmet ise baharın verdiği coşkuyla daha fazla bağlandı Aysel’ine. Kuşlar ağaçlarında şarkılarını söylerken Mehmet’te Aysel’in kulağına aşk sözcükleri fısıldıyordu. Hele arada bir karıcığım dediği zaman Aysel tereyağı gibi eriyordu.  Dersleri bir taraftan, Aysel’le aşkı diğer tarafta her şey kurulmuş saat gibi ilerliyor, Mehmet ise zamanın kölesi olmuş başka hiçbir şeyi umursamıyordu.

Haziran ayının güneşli günlerinde, etrafın yeşilliğine karşı koymak imkânsızlaşmıştı. Mehmet ve Aysel, güneşin pırıl pırıl gülümsediği bu cumartesi için piknik düzenlemişlerdi. Aysel kardeşi Mustafa’yı almış birde en yakın arkadaşı Zeliha’ya söylemiş, Mehmet ise Akif, Ali ve birde Ali’nin nişanlısı Müjde’ye gidiyorlardı. Gerçi Müjde doğayla pek haşır neşir olacak kız değildi. Biraz sosyetik bir kızdı. Başında şapkası, elinde yelpazesi etrafına yabani gözlerle bakıyordu.

 Meram bağlarının en güzel yerine oturdular. Aysel akşam annesi uyurken yaptığı zeytinyağlı sarmayı, kıymalı su böreğini ve patatesli poğaçaları çıkarıp kırmızı kareli sofra bezini üzerine koyunca sofra şenlenmişti. Ali küçük Mustafa için salıncak kurmaya uğraşırken, Mehmet ve Akif manganla sınavı başlamıştı. Herkes bir işin ucunda tutmuş yalnız bizim sosyetik güzel Müjde oturuyordu. Zeliha’nın işi de Müjdeyi süzüp kıskançlıktan çatlamaktı.

Zeliha; gazete kupürleri biriktiren, mecmuaları ağzı açık okuyup yastığının altında saklayan, sevdiği artistlerin resimleriyle odasının duvarlarını kaplayan biriydi. En sevdiği artist Filiz Akındı. Kartal Tibet ise âşıktı. Eline saç fırçası geçirdi mi saçlarını taramak yerine, elinin birini havaya kaldırıp fırçayı dudaklarına dayar, gözlerini kapatıp kendini sahnede düşünür şarkılarla kendiden geçerdi. Sesi de fena sayılmazdı. Onun neyi eksikti ki o artistlerden? Pek güzel sayılmazdı ama zaten televizyondakilerde makyaj güzeliydi. O takma kirpiklerden bir taksa onun makyaja bile ihtiyacı kalmazdı. Onun ela gözlerinde ki heyecan her şeye bedeldi. Tek arkadaşı Ayseldi. Hayalci ve çok geveze olduğu için konu komşu ondan kaçardı. Bir Aysel çekerdi onun kahrını. Sinemaya gidebilmesi için bir Aysel yalan söylerdi onun için. Mehmet’le Aysel’in ilk buluşmasında o da Mehmet’in çok yakışıklı olduğunu kulağına fısıldamıştı. Sonraki buluşmalarında da Aysel’le çıkmış o Mehmet’le buluşurken Zeliha da sinemaya gitmişti. İkisi de sevdikleriyle buluşuyordu. Gerçi artık Aysel bir süredir Zeliha’yı çağırmıyordu.

 Mehmet ve Akif’in mangal deneyimi başarılı sonuçlanmış, herkes sofrada yerini almıştı. Aysel’in dolmalarını, sarmalarını, böreklerini övgüler yağdırarak, Mehmet’in ne kadar şanslı olduğunu söyleyerek silip süpürdüler. Müjde de hayatında yediği en lezzetli su böreği olduğu itiraf etmişti. Müjde Ali’nin kendi eşrafından, zengin kızıydı.  Bir eli şapkasında diğer eliyle yemeye çalışıyor arada yelpazesinin yokluğunu aratmayan elleriyle sinekleri kovuyordu. Onun bu halleri Zeliha’yı yine hayallere daldırmıştı. Ayağındaki kısa topuklu kırmızı pabuçlar, üzerinde kırmızı puantiyeli beyaz elbisesi, boyalı saçları, bakımlı elleri, yüzündeki makyajıyla Zelihan’nın gözlerini kapattığında tamda olmak istediği yerde! Emek verilmeden, zorlanmadan, çırpınmadan Müjde’nin üzerindeydi. Zeliha’nın bu elbiseyi alabilmesi için kim bilir ne kadar dikiş nakış yapması, babasının cebinden ne kadar para yürütmesi gerekiyordu. Bir kendi elbisesine baktı, bir de Müjdenin üzerindekilere;

“Basma entari neyine yetmiyor “ dedi kendi kendine…

 Beyler yemekten sonra maç yaparken Aysel de çayı hazır etmişti.  Zeliha Müjde’nin yanında konuşmaya çalışıyor, sosyete güzeli ona burun kıvırarak bakıp yarım yamalak cevaplar veriyordu. Aysel arkadaşına kızsa da kıyamadı, bir şey söylemedi.

“Sevdiğin artistler kim? Ben Filiz Akın’ı çok severim. Çok güzel kadın Allah var.  Sinemaya gider misin? Ben fırsat buldukça hep giderim. Türkan Şoray’ıda severim. Kadir İnanır’la da çok yakışıyorlar değil mi ama… Demek kitap okuyorsun? Bende ilkokuldayken okumuştum ama sonra bıraktım…” Baktı Müjde’den lafı ağzından cımbızla alıyor sıkıldı Aysel’in yanına geçti.

“Uyuz… Küçük dağları o yaratmış. Şuna bak, şu kurulmalara bak… Prenses… Yok yok neydi o?  Hah Kontes… Ne işi var ki burada?”

Aysel sessiz kalmış arkadaşının sırtını sıvazlamayla yetinmişti. Çaydan sonra erkekler ipi sallamış kızlarda ip atlamıştı, küçük Mustafa ise halinden memnun aralarda kendine yer buluyordu. Çok eğlendiği için Aysel’in tembihlediği gibi anasına babasına bir şey söylemeyecekti. Yoksa onu bir daha getirmezlerdi. Müjde’nin keyfine ise diyecek yoktu. Şapkasını çıkarmış sanki özgür kalmıştı. Zıplıyor, zıpladıkça nefes nefese kahkahalar atıyordu.  Aysel acımıştı, kim bilir belki de hiç ip atlamamıştır. Konakta hizmetçilerle dadılarla özel hocalarla büyümüş disiplin meraklısı bir ailenin çocuğuydu belli. Belki şimdi onların sayesinde yaşıyordu çocukluğunu. Ah biraz sıcaklık gösterse Aysel ona çocukluğunu yaşatırdı. Seksek oynarlar salıncakta sallanırlar yapmadığı ne varsa yaptırırdı ama biliyordu ki buradan sonra onu bir daha göremeyecekti.

İp faslından sonra kan ter içinde oturdular. Akif dereden karpuzu çıkardı.  Zeliha da kesme işini devraldı. Buz gibi karpuzun verdiği serinlikle kendilerine gelmişler, yeniden enerjilerini toplamışlardı.

 Ee artık sıra olmazsa olmaz saklambaç oyuna gelmişti. Zavallı Zeliha! Bu da gol değildi.  Parmak sayma işinde son çıkan oydu. Bir gün bu hayatı sobeleyecekti ama şimdi arkadaşlarını bulup sobelemesi gerekiyordu. O sayadursun bizimkiler dört bir yana dağılmışlardı.  Müjde ile Ali bir tarafa, Mehmet ile Aysel başka bir tarafa, Akif’inde falında Mustafa çıkmış, onlarda başka bir tarafa koşmuşlardı. 

 Zeliha rakamları atlaya atlaya saymış “önüm arkam sağım solum sobe” demişti. Arkasını döndüğünde kimsecikler görünmüyordu, biraz ilerledi etrafa elini siper edip baktı. Ağacın oradan da ayrılmak istemiyordu ama el mahkûm gidecekti. Nasılsa tazı gibi koşuyordu. Sobelerdi. O ilerlerken arkasından sobe çığlıklarını duydu. Müjde ve Ali’nin kahkahalarla birbirine sarıldığını görünce siniri tepesine çıktı. “Şu sosyete güzeli bile sobeledi yanında Ali olmasaydı zor sobelerdi” diye söylendi. O daha bunu şokun atmazken arkasında koşarak onu geçen Akif ile Mustafa’yı gördü. Koştu ama tazılık işe yaramadı. Tavşanlarda sobeledi.

 Mehmet Aysel’in elinde tutmuş koştururken Aysel durdu. Nefes nefese eğilip ellerini dizlerine koydu.

“Çok uzaklaştık Mehmet yeter, merak ederler bizi haydi geri dönüp yakınlara bir yere saklanalım” dedi.

Mehmet etrafı kolaçan etti. Yeterince uzaklaştığını aklı kesince arkasına döndü. Arkasındaki kayayı görünce Aysel’in elinden tutup arkasına saklandı.

Herkes sobelemişti. Tek şansı Mehmet ile Aysel’di. Ağaçların arkasına, çalılıkların arasına baktı yoklardı. Sessiz sessiz ilerledi. Bakmadığı yer kalamamıştı. Anlaşılan daha uzaklaşmışlar diye düşündü. Ya o onları ararken onlar sobelemişse. Öyle olsa diğerleri haber verirdi. Hem kahkaha seslerini duyardı. Uzaklaştıkça korkmaya başladı. Yürümekten de yorulmuştu. Tam pes edecek “ su içirdim” diye bağıracaktı. Bir hışırtı duydu.  Kertenkeledir diye düşündü ama korkudan da titremeye başladı. Hava kararmak üzereydi. Ya yılansa, piknik alanından da çok uzaklaşmıştı. Yine sesler duydu, kulak kesildi. Aysel’in sesiydi. Bulmuştu onları. Sessizce kayanın arkasına yaklaştı…  

Yüzü yanmaya başladı, gözleri kızardı, sesi boğazına kaçtı sanki.  Ayakları taş kesildi sanki. Onlara görünmeden gitmek için eliyle ağzını kapattı, geldiği gibi sessizce gidiyordu. 

Mehmet’le Aysel’i sobelemişti…