Piknik dönüşünde Aysel’in söyledikleri kulaklarında çınlıyordu.

“Galiba gebeyim” demişti. Mehmet bir an tepkisiz kaldı. Ne hissettiğini, ne düşündüğünü, anlamaya çalıştı. “Gebeyim” demişti. Doğrumu duymuştu. Tereddütle “Emin misin” diye sormuş Aysel karşılığında başını sallamıştı. Nasıl yapmıştı böyle bir hatayı? Ne yapacaktı şimdi? Sıkıntı ile başını çevirdi, Aysel’e döndü. Yüzünde korku, çaresizlik gördü.

“Onu doğuramazsın Aysel” demişti. Kelimeler ağzından kendiliğinden döküldü. Bunu duyan Aysel ise hıçkırıklara boğulmuş;

“Oda bir can ona kıyamam” deyip yanından kaçıp gitmişti.

Ne bekliyordu Aysel, onunla evlenmesini mi? Tamam bu belki olacaktı ama şu an değildi. Zamanı değildi. Daha liseyi bile bitmemişken nasıl evlilik gibi bir sorumluluğun altına girerdi. Bir de baba olma meselesi vardı. Bu onu heyecanlandırmamış korkutmuştu. Önünde bir geleceği vardı onun ve ne olursa olsun o bundan vazgeçmeyecekti.

 Kızlar yolda ayrılınca Mehmet Ali’yle Akif’e dönüp;

“Benim canım çok sıkkın, okula hiç gidesim yok. Bir şeyler alıp eve geçelim “ dedi.

Ali;

“Benim daha iyi bir fikrim var sana da çok iyi gelecek” diye cevap verdi.

Akif onlarla gelemeyeceğini söyleyip yanlarından ayrıldı. Mehmet ise Ali’ye bir şey sormadan peşi sıra gitti.  Kayalı parkın oradan karşı yola geçip kapısının üzerinde kocaman Efes pilsen tabelası olan yere yöneldi. Mehmet Ali’nin kolunu tutup;

“Oğlum ne yapıyoruz? Buraya giremeyiz. Yaşımız tutmaz “dedi

Ali;

“Sen o işi bana bırak, hem kiminle arkadaşlık yaptığını anlarsın” diye cevap verdi. O kapıya doğru giderken Mehmet biraz ilerde onu bekledi.  Biraz sonra yüzünde gururlu bir ifadeyle Mehmet’e dönen Ali;

“Babamın adının açmadığı kapı yok” derken sesinden küstahlık akıyordu. Mehmet bu durumu pek önemsemedi. Zaten canı burnundaydı, içip kendinden geçmek istiyordu. İki kadeh sonra Ali’yi bile duymazdı. İlk defa gelmişti gazinoya, masalarda sarhoş insanlar sahnede ve yanında oturan kadınlara ağzı açık bakıyor şarkılara eşlik edep kadeh kaldırıyorlardı. Masanın birine geçtiler. Daha oturur oturmaz sipariş vermeden iki tane kadın gelip müsaade istedi. Mehmet kadınlara bakarken Ali onları masaya davet etmişti bile. Mehmet’in yanına oturtan kadının üzerinde uzun kırmızı kadife bir elbise vardı. Beyaz tüylü şalıyla, dudaklarındaki kırmızı rujla saparsı dişlerini göstere göstere gülüyordu. Daha oturur oturmaz parfüm kokuları Mehmet’i kendinden aldı. Gözleri ise ondan başkasını göremiyordu. Ne Aysel kalmıştı aklında, ne de içinde bulunduğu durum. Kadın yeşil gözlerini Mehmet’e kenetlemiş sürekli kahkahalar atıyordu. Adının Cansu olduğunu söylemiş, Mehmet buna pek inanmamıştı. Tamam, gazinoya gelmemiş olabilirdi ama bu kadınların kahkahaları gibi isimleri de sahteydi. Olsundu. Cansu ona Aysel’i unutturmuştu.

Gazinodan sabah karşı çıktılar. Mehmet Cansu’nun gözlerinden gitmesini istemediğini anlamıştı. Oda Mehmet’ten hoşlanmıştı belli. Eve nasıl gittiğini yatağa nasıl yattığını pek hatırlamıyordu. Sabah kaktığında ağzındaki küf kokusu başındaki ağrı yüzünden fazla kaçırdığını anladı. Saate bakıp öğlen olduğunu görünce isteksizce yataktan çıktı. Simitçinin sesini duyunca pencere çıkıp ıslık çaldı. Adama beklemesini söyledi. Ali’yi uyandırıp simit almaya gittiğini, kendini toparlamasını sonrada aşağıya yanına inmesini karşıdaki çay ocağında kahvaltı yapacaklarını söyledi. Sonra da sallan sallana aşağıya indi. O sırada gördü babasını. İlk defa babasını gördüğüne sevinemedi, akşamdan kalmalığının altında ezildi.

“Baba hoş geldin” diyebildi.

Hüseyin’in oğlunun perişan hali karşısında nutku tutuldu. Kulaklarında o sesi tekrar duydu. “Gece ağır geçmiş anlaşılan.” Oda kendini toparlayıp;

“Hoş bulduk oğlum” diye cevap verdi. Babasına sarılmaya korktu. Ağzındaki şu koku, üstelik üstü başı sigara kokuyordu. Yinede sarıldı, sadece içten değildi.

Birlikte çay ocağına geçtiler. Hüseyin bir şey sormadı, Mehmet’te söylemedi. Öyle havadan sudan konuştular. Son otobüsü kaçırmamak için kalktı Hüseyin.

“Ayaşlar gibisin, bizim dinimiz geleneğimiz bunu yasaklamış, ananın kemikleri sızlıyor” dese ne olacaktı. Kızsa bağırsa, dövse sövse çaresi var mıydı? Uzaktaydı, oğlu yine yapacağını yapar üstelik babasından saklardı. O bunun için çok geç kalmıştı. Söz hakkı bulamıyordu kendinde. Sessiz kalmalıydı ki hata yaparsa babasına gelsin. O zaman saracaktı oğlunu. Allahtan tek dileği bedeli ağır olan bir hata yapmamasıydı.

 Oğluna sarılıp;

“Geldiğin yeri unutma emi Mehmet’im. Ananın hakkı için kim olduğunu, son arzusunu unutma” dedi. Şimdilik yapacağı bir şey yoktu.

Babasına el sallayan Mehmet arkasından sessizce;

“Zaten unutmama izin vermiyorsun ki” dedi…