Mehmet dışarıya çıkıp temiz havayı ciğerlerine çekti. Yürümeye başladı. Nereye ne yöne gittiğini bilmeden yürüdü. Bir ara durup etrafına baktı. Bulunduğu yer ona tanıdık geldi. Arkasında ki yolun sonunda çıkan vadide piknik yapmışlardı. Sanki her şey yıllar önce olmuştu. Aysel, Ali, Müjde, Zeliha ve Akif… Hep birlikte nasıl eğlenmişlerdi. Aysel o gün söylemişti gebe olduğunu. Mehmet aldır demişti. Geleceğim var demişti. Ne Aysel kaldı, ne bebek ne de gelecek…

 Meramdan ayakları şişene, hali kalmayana, tökezleyerek, düşerek kalkarak yürüdü. Yürüdü. Yürüdü. Sabah ezanı okunurken oradaydı. Biraz nefes alıp anahtarı kapı numarası yazan mavi teneke panonun arkasında aldı. Kapıyı açtı tekrar yerine bıraktı. Yukarıya çıktı, etrafına baktı. Elbet buraya gelecekti.

Kapısı açık olan odandan içeriye girdi. Yatağa oturdu. Yastığı alıp kokladı. Aysel’in kokusu vardı hala.

“ Anahtarı dediğin yerde buldum. Korkma artık ben geldim. Sakın korkma! Artık rahat uyu Aysel…”

Bir süre öyle oturdu. Sonra kalkıp mutfağa gitti. Ve beklemeye başladı. Bir ara içi geçti. Salonda duran kurmalı saatin gonk sesini duyunca toparlandı. Kalkıp yüzünü yıkadı. En son Abdül Baki’nin ona verdiği ekmek arası köfteyle duruyordu. Mutfağı biraz araştırdıysa da uzun zaman kimsenin olmadığından yiyecek bir şey bulamadı. Bir bardak alıp yerdeki çeşmeden su doldurdu. Salona geçip oturdu. Duvarda her saat başı gonklayan saatin sağa sola sallanan altın sarısı metal çubuğuna gözü takıldı. Uykusuzluğu yavaş yavaş baş gösteriyor, gözlerini açık tutamıyordu. Bir anda kendini toparlayıp zengin kalkışı yaptı, tekrar mutfağa geçti. Saatin tıkırtısı sallanması ona ninni gibi geliyordu. Burada en azından uyanık kalabilirdi.

Birkaç saat uykuyla uyanıklık arasında geçti.  Kapının tıkırtısını duyunca bir anda bedenine canlılık geldi. Tel dolaptan ekmek bıçağını alıp arkasına sakladı. Yavaş yavaş merdivenden gelen ayak seslerini dinledikçe canlılığı arttı. İsmail Hoca elinde poşetlerle mutfak kapısında göründüğünde içini bir ateş sarmaya başladı. İsmail Hoca onu görünce beti benzi attı, elindeki poşetleri düşürdü.

“Sen… Senin ne işin var burada?”

“Yanında korumaların olmadan ne kadar zavallısın.” Dedi Mehmet.

Tam kaçmak arkasını dönen İsmail Hocayı ensesinden tuttu ve sağlam olan bacağına bıçağı sapladı. Duyduğu acıyla feryadı basan İsmail Hoca tökezleyerek merdivenlere yöneldi. Bir eli yaralı bacağında diğer eli tırabzanlar da merdivenlerden inmeye çalıştıysa da yapamadı. Aşağıya kadar yuvarlanıp can havliyle kapıya sarıldı. Kapıyı açar açmaz;

“İmdatt, yok mu yardım eden. Müslüman uyan bu katil canımı almaya gelmiş. “ Mehmet’e dönüp ; “Yapma evladım. Bak çok geçsin. Tamam olmuş bir hata ben seni affettim Allah da affeder. “ diyerek acındıran bakışlarıyla Mehmet’e bakıyordu. Gece meydan okuyan adam gitmiş zavallı imam geri dönmüştü. Fırsattan istifade acıyan ayaklarını sürüye sürüye kaçmaya çalışıyordu. Mehmet hiç acele etmeden izliyor kurbanının son çırpınışlarına gülüyordu.

 Saat sabahın sekiz buçuğuydu. Mahalle halkından kadınlar ve çocuklar bir de birkaç işsiz serseriler kamıştı. İşi gücü olanlar gitmiş İsmail Hocaya yardım edecek kimse yoktu. Ve halk yine her zaman ki meraklı bakışları ile ibret almak için sahnedeydi.

“Ayol mahalle bunlardan ne çekti. Sekiz aydır kafa dinliyorduk yine geldiler.          

“Yahu adama yardım etsek? Günah sonuçta imam, Allahın adamı... Günah değil mi?”

“Allahın adamı ama Allah’ın verdiği canı alıyor. Bence kefaretini ödüyor. Devlet affeder ama ya Allah?”

“Ayol öyle de adam namusunu temizledi.”

“ Ona mı düşmüş? Günahı boynuna şuna bak aynı şekilde ölecek? Allah işte…”

“Doğru söze ne denir. Haklısın Gülsüm valla. Hem biz kadın başımıza ne yaparız?”

Mehmet İsmail Hocanın istediği yere gittiğini görünce birkaç hızlı adımda yetişti. Pervasız Gazetesinde Aysel’in üzerine gazete kağıtları serilmiş resmini görmüştü. Şimdi oradaydılar.

İsmail Hocaya diz çöktürdü. Arakasına geçip bir eliyle çenesini kaldırdı. Diğer elindeki bıçağı boğazına dayadı. Mahalleden gelen şaşma sözcükleri kadınların gözlerini kapatışını çocuklarını eve sokuşlarını gördü. Aysel’in ölümünü hiç korkmadan izleyen bu kalabalık cahiller İsmail Hocanın başına geleceklerden korkmuşlardı.

İsmail Hoca olanları gördüğünde artık sonun geldiğini anladı. Son bir çırpınmayla;

“ Sana yaptığım kötülük için affet. Bir daha karşına çıkmam. Giderim buradan. Öldürme beni ne olur. Sen inançlı insansın”

Mehmet kulağına eğilip;

“Unuttun mu İsmail Hoca? Seninle ben…  Aynıyız…” dedi.

Hiç düşünmeden şah damarının oradan başlayarak boğazını kesti.

İsmail Hocanın boğazından fışkıran kanla yana düşmesi, yerde çırpınması biraz sonra gözleri açık hareketsiz yatmasından sonra bir kez daha namus temizlenmiş oldu. Şeriat gereği öldürülen Aysel’in canını alan bu zalim şimdi kendi kanında boğularak yaptığı namussuzlukların bedelini ödemişti.

 Asıl yorgunluk şimdi çöktü. Asıl acıyı şimdi hissediyordu. Asıl olması gerekenleri şimdi anlıyordu. Nasıl bu hale gelmiş bir insanın canını almıştı. Yerde yatan adamın kanı onun eli bulaşmış, bu kanla kimin namusunu temizlemişti. Aysel’in intikamını mı yoksa kendininkini mi aldı? O da dur demişti. Oda yapma demişti. Oda bir daha çıkmam karşına demişti. Oda Allah aşkına demiş ama bir türlü duyuramamıştı. İsmail Hoca ona yaptıklarından aldığı zevkle inlerken o yalvarmıştı. Şimdi aynı şeyi oda yaşamıştı. İsmail Hoca ona yalvardığında sesindeki korkudan, bıçak boğazında sürtünürken, yemek borusunu keserken çıkarttığı o sesten, boğazından çıkan hırıltıdan, yüzüne fışkıran kandan zevk almıştı. Belki de İsmail Hoca haklıydı. Oda bir canavardı. O da İsmail Hocayla aynıydı. Sadece çıkarları farklıydı. Biri kendi menfaatini düşünüp insanların kaderine hükmederken, diğeri kendi vicdanı, kendi temizliği için yazgılarıyla oynamıştı. Aysel’in kanı hepsindeydi. Kendi kanı hepsinin elindeydi. İsmail Hocanın kanı ise sadece onun ellerindeydi… Ve babasının umudu değil kadersizliğiydi…