Akşehir dönüşü Ilgın’a uğradıklarında babasını tıpkı hayal ettiği gibi çolak makinenin başında buldu. Biraz daha çökmüştü. Oğlunu görünce titreyen ayakları ile kalkıp bağrına bastı. Babasıyla her karşılaşmasında tarih tekerrür ediyor, ağlamalarla, sarılmalarla, pişmanlıklar ve birbirlerine verilen sözlerle son buluyordu. Ve ikisi de biliyordu ki; Gülcan sağ oldukça ve o evde oldukça bu hep böyle olacaktı.

Hata neredeydi? Kimdeydi? Bilmiyorlardı.

 Hayat insanların elinden sorgusuz sualsiz sevdiklerini alırken, sabır etmek nereye kadardı? Çatlamaz mıydı? Şu sabır denen taş. Evet, yerine yenilerini yine sorgusuz koyuyor ama geçmişi de silmiyor, sadece üstünü kapatıp yokluklarına alıştırıyordu. Ve en önemlisi hayat tekerrürden ibaretti. Bozuk plak gibi takıldığı yerde dönüp dolaşıp tekrar takılıyordu. Sözler, besteler, nameler, nakaratta kalıyor, bitmiyor bitiriyordu.

Çoban Mehmet’in, barağı, bozlağı uzun havası dinlediği hasret yakan türküleri, Hüseyin’in Türk Sanat musikisine karışmış anlamsız gürültüsüyle hayatın orta yerine düşmüştü. Şimdi onlar sadece sabır edip, bu anlamsız gürültüyü dinliyor takıldığı yerden atlamasını bekliyorlardı. Ya da bir gün dayanamayıp plağı kırıp atacakları güne kadar sabrediyorlardı.

 Ilgın ziyaretini kısa tutmuş akşam otobüsüyle dönüyordu. Aklı Osman da takılı kalmıştı. Kasımda düğünü varmış. Esra’yla evleniyormuş, düğüne gelecekmiş mutlaka. Halayda delikanlı başı, damadın sağdıcı olacakmış. Bekârdan da sağdıç olurmuş. Sormuş soruşturmuş. Mehmet’e sormak gereği bile duymamış. Akif yolda:

 “Ben olsam o düğüne gitmezdim” demişti.

Mehmet nedenini sordu.

“Sonuçta ilk aşkın, neden kendine eziyet edesin. Yeterince canını acıtmışlar zaten. Bilerek bilmeyerek fark etmez. Ben olsam gitmezdim.”

“Evet ama ikisi de arkadaşım. Zaten karşılığı yoktu. Hem zaten unuttum gitti. Arkadaşımın davetine icabet etmek gerekmez mi?”

“Ama ne arkadaşmış ha! Ne zaman aradı seni, yoksa okula geldi de ben mi görmedim? Benim arkadaşım gurbete okula gidecek, bu gittiği yer yakın olacak, aybaşı demem ziyaretine giderim. Gitmesem de arayıp sorarım. Kusura bakma sizin arkadaşlığınız ortaokul sıralarında kalmış.”

“Ne yalan söyleyeyim, bende öyle düşünüyorum. Çocukluk arkadaşı da çocuklukta kalıyor anlaşılan.”

Otobüs Karatay garajına yaklaşınca Mehmet’in içini bir heyecan kapladı. Aysel’ in evinin önünden geçecekti. Belki görürdü. Ona geleceği günü yazmıştı ama Ilgına uğrayacağını, kaçta Konya da olacağını bilmediğini eklemişti. Akif’le inip kadınlar çarşısına indiler. Oradan Kapu Camisinin arka sokağından devam ettiler.   Aysel’in evinin olduğu sokağa girince kalbi deli gibi atmaya, dizleri titremeye başladı. Yavaşladı, neredeyse yerinde sayıyordu. İki ev sonra çekinerek başını kaldırdı. Aysel’in cumbalı ahşap evlerine gözlerini dikti. Oradaydı, onu bekliyordu. Gül yüzlü Aysel, güler yüzlü, asil, su perisi Aysel.  Gözlerindeki nem aşağıdan bakınca bile belli oluyordu. Gözlerindeki hasret Mehmet’i bir kez daha titretti.

 Aysel, Mehmet’inin geleceği günün sabahında oturmuştu pencerenin önüne. Sokağın başında görünce sevdiğini, yanakları al al, gözlerinde sevinç gözyaşı, kocaman sıcacık gülüşü ile pencereden sarkıp kendini göstermişti.

Mehmet aşkın verdiği coşku ile kendini eve atmamak, Aysel’i kollarına almamak için zor tuttu. Yolu uzattığına değmişti, bunun verdiği mutluluk ile ayaklarına can gelmiş kuş olmuş okula konmak üzereydi.

Okula ayak basar basmaz ne kadar özlediğini anladı. Cafer’i bile özlemişti.  Bu yıl yeni gelen Lise birler vardı. Geçen yıl kendilerine ağabeylik taslayanların çoğu gitmiş, meydan onlara kalmıştı. Bu yıl Ali kıran baş kesenlik sırası onlardaydı. Birde gidenler vardı. Kendi sınıflarından bir kaç arkadaşları okulu bırakmıştı. Çoğunun sebebi maddiyattı. Parasız okuyamayan çocuklar listesine Beyşehirliyi de eklemişlerdi. Mehmet üzülmüştü arkadaşına ama canı sağdı ya, sağlık olsundu.

 Okul günleri yine aynı şekilde geçiyordu. Aynı dersler, aynı yüzler, aynı kavgalar, aynı şakalar, yeni deneyimler. Geçen yıla nazaran biraz daha ağır abi takılıyorlardı.  Aysel’le birkaç defa yine aynı pastanede buluşmuşlardı. Onun için bile Mehmet bir sürü dil dökmek zorunda kalmıştı. Yok çıkamam, yok üvey babam bu kez bacaklarımı kıracak, yok gören olur falan filan… Mehmet bıkmıştı bu bahanelerden. Son buluşmalarında Aysel’le sarılmak istemiş, karşılığında Aysel’in tepkisiyle karşılaşınca artık canına tak etmişti.

O yıl Hemşerisi Ali, ev tutmuş okula evden gidip geliyordu. Arada bu evde toplanıp beraber âlem yapıyorlardı. Yeni deneyimlerden biri buydu. Her ne kadar içtiğinde midesi bulansa da, sabah baş ağrılarıyla kalksa da sarhoş olmayı sevmişti Mehmet. Bir tek Akif içmezdi. Onların yanında oturur meyve suyunu onların bardaklarıyla tokuşturur “bu kadar sarhoşa bir ayık adam lazım” derdi. Umumi eve giderken de gelmiş ama içeriye girmemişti. Sokağın başında arkadaşlarını beklemişti. Mehmet Akif’e gıpta ediyordu ama kendini de bu yeni deneyimlerden alıkoyamıyordu.

 Aysel’e son buluşmalarında bu evden bahsetti, “oraya gidelim rahatça oturur konuşuruz “ demişti. Ama tabi bildiği cevabı aldı.

“Olmaz “ demişti Aysel. “Ya gören olursa, adım çıkar vallahi. Ne yaparım ben o zaman?”

Mehmet biraz sert çıkarak; “Bıktım bu pastane köşelerinden, hem burada gören olmayacakta kimsenin olmadığı evde mi görecekler? Sana sarılmak istiyorum,  elini tutmak, öpmek, yakından koklamak istiyorum. Böyle karşında oturup sana dokunamamak artık acı veriyor.”  Bu konuşma işe yaracak diye beklerken Aysel den gelen cevap sinirlerini tepesine çıkardı.

“Sabret biraz. Kendi evimiz olsun evlenince doya doya sarılırsın bana” demişti.

Aysel’in ilk zamanlar hoşuna giden yüz kızarmaları, utangaçlığı şimdi sinirine dokunuyordu. Ondan vazgeçemiyordu da, onu kollarına almanın hayaliyle yanıp kavruluyordu.  Evlilik şu an için aklından bile geçmiyordu. Onun hayat planlamasında evlilik en sondaydı belki de yoktu bile.   Daha yeni yaşadığını hissediyor, kendini ve yenilikleri keşfediyordu. Hayatın tadını yeni çıkarmaya başlarken evlilik gibi bir pranga takmaya hiç niyeti yoktu.

Son kozunu oynayacaktı başka çaresi yoktu. Aysel’in ona olan düşkülüğünü kullandı.

“Nasıl olacak bu evlilik işi? Sen daha bana güvenmiyorsun bile. Bu şekilde devam edemeyiz. Pastane köşelerinde sürünmek istemiyorum. Haydi Allah yolunu açık etsin” dedi. Aysel’in kanı çekilen bembeyaz yüzüne baktı.

Zavallı Aysel… Yüzünün orta yerine yumruk yemiş gibi oldu. Sarsıldı, kulakları uğuldamaya, zeytin gözleri yanmaya başladı. Mehmet onun kurtuluşu en önemlisi her zerresine kadar işleyen tek aşkıydı. Nasıl böyle derdi. Nasıl ayrılıktan bahsederdi. Mehmet’in bu ev takıntısını anlamıyor, şu an zaten anlamakta istemiyordu.  Ağzını açacak dermanı bulduğunda sesi hıçkırıklarla beraber çıktı.

“Sana güvenmez olur muyum? Kendimden çok sana güveniyorum. Ben sadece gören olur, el âlem ne der diye. Birde ev senin değil ki! Ya ben oradayken arkadaşın gelirse ne düşünler hakkımda.  Adıma kara çalmazlar mı?”

“Bıktım bu el âlemden. Biz birbirimizi seviyoruz, bir birimizi istiyoruz el âleme ne? Hem arkadaşlarım düşünceli okumuş insanlar. Seni de biliyorlar. Yengeleri hakkında konuşmaz, konuşanı görseler sustururlar.”

Son darbeyi vurmuştu Mehmet. Ürkek güvencin, zeytin gözlü, gül yüzlü Aysel… Avcısının pençelerine kapılmış gidiyordu.