Hasan Doğan, sevili Hasan ağabeyim İzmir’e gelince çok mutlu oluyorum. Koca kent insanının yalnızlığını kendisinden başkası bilemez. Milyonları içinde yalnız olmak gerçekten çok acıdır. Bu yalnızlık acısı, Sait Faik gibi söylersek, kavun acısı gibi bir şeydir. Bu, gönlüne göre, kafana göre insan bulamamaktan geçer.  

Akşehir’in, Nasrettin Hoca’nın tanıştırdığı güzel, en güzel ağabeylerimden, dostlarımdan birisi oldu son beş yıldır. İstanbul’a gidince, ağabeyim İzmir’e gelince aramadan edemeyiz birbirimizi. İzmir’e geldiğinde üç gün kalacaktı. Gündüz işleriyle ilgileniyordu. Akşamlar bizimdi artık.  

İlk akşam Özdere’ye gittik. Bir tatil sitesinin açılış yemeği vardı. Yeni Türkü grubuyla anılara uzandık. Gecenin geç saatlerine dek kaldık. İzmir’e geldiğimizde saat sabaha doğru yol alıyordu. Sağ olsun Hasan Doğan’ın şoförü Recep dostumuz, evime dek götürdü beni. Gazeteci dostum Müslüm’ü de aynı şekilde eve servis yaptı.   

Ertesi akşam, Hasan ağabey ile buluştuk. Nereye gidelim, nerede oturalım, derken Hasan ağabey, dur bizim Zeki Eren’i arayalım, dedi. Aradık, Seferihisar’daymış. Hemen yola koyulduk. Ege’nin güzelliklerine yakından tanık olmak için yolu uzattık. Seferihisar’ın üzerine griden bir örtü örtülürken Zeki Eren’in evine varmıştık. Balkona geçtik. Körfez önümüzdeydi. Ateş böcekleri gibi evler, sokaklar aydınlanmaya başladı. Denizde renkler oynaşmaya başladı. Karşıdan renkli ışıklar yakınımıza dek uzanmaya başladı. Akşam kahvelerini balkonda renk cümbüşü içinde içtik. Zeki beyin hanımı mantı yapmış. İlle yiyin, dese de kafamıza koymuştuk. Sığacık’a gidecektik.  

Sığacık için yola koyulduk. Arabanın pencereleri açıktı. Serinleten esinti iliklerimize dek ulaşıyordu. Sığacık her zamanki sessizliğiyle karşıladı bizi. Yıllar önce hemen hemen her ay bir iki kez gittiğimiz Burç Lokantası’nı aradık. Sığacık, akıl almaz derecede değişmişti. Liman yapılmış, her şey birbirine karışmış gibi geldi. Su kanalları yapılmış, ama varlığını bir türlü anlayamadım. Eskiden Kale’nin hemen yanı başındaydı gittiğimiz lokanta. Yat limanına yatlar yanaşmış, halkı da denizden uzaklaştırmıştı. Aradığımız lokantayı bulduk. Denizin dibindeki mekan denizden epey uzaklaşmıştı. Lokantada eski salaş durumundan kurtulmuş, üzerine pahalı giysi mağazalarından giysi geçirilmiş kasabalı gibiydi.

Masaların birine oturduk. Zeki Eren, Hasan Doğan’ın çocukluk arkadaşıydı. Bir Akşehir muhabbeti açıldı. Saatlerce sürdü, Eskiyi hep birlikte andık. Yolumuz yeri geldi Engilli köyüne uzandı. Bazen de aldık başımızı Konya’ya gittik. Okul anıları, çocukluk anıları birbirine karıştı. Komik olaylarda güldük, masallarda yaşayacak anılarda hüzünlendik. Anadolu neler çekmişti zamanında. Bunları birinci ağızlardan dinledik.  

Masamız donanmıştı. Balıklar, kalamarlar, Ege’nin mezeleri, Haziran ayında tam kıvamını bulmuş erikler, onların çok ötesinde sıcacık dostluk sohbeti, birbirinden kopamayan eskimeyen dostlar. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Yıldızlar esniyordu sanırım. Onlar bile uyumak için köşe bucak ararken bizler canlı bir sohbete devam ediyorduk. Hele esinti bizlere daha oturun, der gibiydi.  

Yılların iz yapmış dostluğunu üç beş saate sığdırmak olacak şey değildi. Gecenin ikisinde lokantadan kalktık. Önce Zeki beyi evine bıraktık. Sonra ver elini İzmir. Yol karanlık, yıldızlar bizi aydınlatıyordu. Ne güzel, ilginç bir geceydi. O anıları onlarca kitap okusak bulamazdık. Anlatımdaki içtenlik, doğallık anlatılanları daha bir ilginç duruma getiriyordu.

Hasan Doğan yine bir güzelliğe imza atmış, bin yıllık dostuyla ortak anılarına bizi de katmıştı. Kendi adıma çok yararlandım. Üstelik her sözün başında, bunları yazın, dedim. Nerede onları yazacak zaman, dedi Hasan Ağabey. Bana döndü, yaz işte, bunlardan güzel, doğal anıları nereden bulacaksın, dedi.

Haziran ayının bir Ege akşamı, geceyle birleşmişti. Bizler yıldızların aydınlattığı yollardan, ışık kirliliğinin yoğun olarak yaşandığı İzmir’e yaklaşıyorduk…