Taner Bilgiç

Canlar!

Bir bebek dünyaya geldiğinde, bebeğin ve annesinin etrafında toplanmış olan insanlar, annesi de dahil olmak üzere sevinç naraları atarken, bir gün o bebeğin öleceğini o an hiç akıllarına getirmezler. Doğum ve ölüm. Doğmak ve ölmek. Aslında çok basit iki kelime gibi değil mi?

Ben hiçbir insanın doğduğu anı hatırlayabileceğini düşünemiyorum. Hatta bu bir muamma olsa bile, çözülememiş sonsuza değin sır olarak kalabilecek bir şey olan ölüm anını da anımsayabileceğini düşünmüyorum. Biz insanoğlu olarak çok garip yaratıklarız. Doğan bir bebeğin doğuşuna sevinirken, öleceğini bildiğimiz halde ölümünden sonraki halimiz, kalanlar ve çevresindekiler, hatırlayanlar ve sevenleri için bu olay, doğumu kadar mutluluk saçmıyor. Tam tersi; müthiş bir üzüntü kaplıyor içimizi. Peki ya bu gerçeklik içerisindeki sonsuz döngü? Anaerkil veya ataerkil ki insanoğlu anaerkilden ataerkile evrildiği bu süreç boyunca ve yine bilemeyiz ki insanoğlu tekrar ataerkilden anaerkile dönse bile, tekrar söylemek istiyorum, değişmez döngü yani bahsettiğim şey, doğum ve ölüm arasındaki ince çizgi. Sizce 70 yaşında ölen bir adamın ömrü 70 yıl mı sürmüştür? Peki ya doğar doğmaz ölen bir bebeğin ömrü saliseler mi almıştır?

İnsanların doğumunu veyahut ölümünü hatırlayamayacağından bahsetmiştik. İnsanoğlunun geçirdiği doğum ve ölüm arasındaki ince çizgide hatırlayamadığı tek şey bunlar değil tabii ki. Mesela ben uyuduğum anı hatırlayamıyorum ki hiç hatırlayamadım. Bu bahsettiğim şey uykusunun yaklaştığı anı, uyukladığı anı kapsamıyor elbette. Ben tam olarak uykuda olduğu süreden bahsediyorum. Biz bu örnekleri çoğaltabiliriz. Mesela ağzından ilk çıkan kelimeyi, emeklediğini, annesinin memelerinden süt emmeyi bıraktığını, yürümeye başladığını, bana soracak olursanız koştuğu anı bile hatırlayabilecek olan yoktur aranızda. Ama insanlar hatırlayamadıkları bu süreç içerisinde birçok şeyi keşfetmeye başlamışlardır bile.

Bunu şöyle örnekleyebiliriz

Sobaya dokunduğunda eli yanan bebeğin hissettiği acı sonucu bir dahaki sefere, kazara olmadığı sürece kolay kolay gidip de o sobaya dokunmayacağının farkına varması gibi. Ebeveynler bunu engellemek için oğlum/kızım dokunma, cıs filan gibisinden bebeğe telkinlerde bulunarak çocuğunun bu acıdan zarar görmesini engellemeye çalışırlar. Aslına bakılacak olursa çocuk bunu zaten keşfetmiştir. Farkındayım en az Samuel Beckett’in tiyatro oyunları kadar sıkıcı bir hal almaya başladıysa da yazım (sıkıcıdan kastımın ne olduğunu bir Samuel Beckett oyunu izlemiş olanlar anlayacaklardır ki izlemeyenler de bir fırsatını bulup izlediklerinde ki isterim izlemelerini, en az izleyenler kadar anlayacaklardır), biraz sabır.

Şimdi şöyle devam edelim

Bir insan yaşıyorum diyebilmek için (bu bir şiiri anımsattı bana) öncelikle yaşadığının farkına varmalıdır. Doğumdan sonra kendini fark ederek bu hayatta neler yaptığını, niçin yaptığını ve bana soracak olursanız asıl soru ne amaçla dünyaya geldiğinin farkına varabilmelidir. Her insan, bana soracak olursanız, bu dünyadaki yaşamı boyunca kendisini fark edip bu sorduğumuz soruları kendisine sormalıdır ki eğer bunu becerebiliyorsa amaç elbette birden fazla olabilir. Mesela ben kendimden örnek vereyim; çocukluk yaşlarımdan itibaren futbola meraklı bir bireydim ve futbolda ciddi yeteneğimin olduğunu fark etmiştim. Bir yandan derslerinde başarılı ve sevilen bir öğrenci iken, diğer yandan da ilkokul ve lisede okulun futbol takımlarında yer alıyordum ve herhalde öğretmenlerin dikkatini çekmiş olmalıdır ki bütün müsamerelerde de beni ön plana çıkarıp sürekli görevler veriyorlardı. (Bu futbol dışı tabii ki.)

Mesela söyleyeyim

İlkokul 2. sınıfta öğretmenimin bana verdiği görev, bir tiyatro oyununda Nasrettin Hoca'yı canlandırmamdı. Sanki kabul etmekten başka çarem yoktu. (Gülerek) Dün gibi aklımda, saçlarım 3 numara tıraşlı ki o zamanlar saçlarımı babam kesiyordu, kendisi berber olmamasına rağmen. Pamuktan bir sakal yapıştırdık suratıma. O döneme benzer iyi kötü kostümler de bulup giymiştim. Fıkranın ismi "Marifet Kavuktaysa" idi. Bu süreç iki yönlü olarak futbol ve sanatsal faaliyetler yönünde ilerledi lise bitene kadar. Lisede de ilkokuldan farklı şeyler yaşamamıştım. Hatta lisede bulunduğum ilçenin futbol takımından teklif bile gelmişti ama ailem reddetmişti. Üniversite yıllarıma geldiğimde ilk senemde yüzlerce kişinin bir salonu tıklım tıklım doldurduğu, aradaki basamakların ve hatta sahnenin önündeki boşluğun bile dolu olduğu bir tiyatro oyunu izlemiştim. Ve kendi kendime dedim ki;

"Ben koltuklarda oturanlardan, ayakta izleyenlerden, sahne önünü bile dolduranlardan değil sahnede olanlardan biri olmak istiyorum."

Yaptım mı? Evet! Yaptım. Hatta arkası bile geldi. O kadar çok sevmiştim ki sadece sahnede olmakla kalmayıp, bunu ilerletip tiyatro eğitmenliği ve tiyatro yönetmenliği de yapmıştım. Bunun yanı sıra durmadan bir şeyler yazıp (şiirler, düz yazılar, tiyatro oyunu denemeleri, kısa öyküler, roman başlangıçları vs.) duruyordum. Yazma kısmı beni çok heyecanlandırıyor, yazdıkça yazasım geliyordu. Tuttuğum kalemi bırakmak, yapabileceğim en zor şeylerden biriydi. Ve sonra dedim ki; "İşte sen bunun için dünyaya gelmişsin.’’ Yanımda küçük bir not defteri ve kalemimi bulunduruyor; her gittiğim yere onları da götürüyor, en ufak detaydan bile notlar alıyordum. Ben artık tam olarak kendimi keşfettiğimi, en iyi ne yapabileceğimi ve bu hayatta en başından beri bahsettiğimiz yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizgideki varoluş nedenimi artık bulmuştum.

"Yazmak, Yazmak, Yazmak.’’

Yani Canlar! Buradaki soru şu: Siz hiç bu dünyadaki varoluş sebebinizi sorgulama gereksinimi duydunuz mu?

Günün Şiiri: Nazım Hikmet (Yaşamaya Dair)