Canımın sıkkın olduğu zamanlarda Çay Mahallesi’ndeki evimden çıkarak, şehri Anıt Alanı’ndan Sanat Okulu’na kadar yukarıdan aşağıya doğru dükkan vitrinlerine baka baka, yavaş adımlarla iner; artık hangi kahvehanenin önünde yorgunluğumu hissederim ki kahvehanenin camekanına yakın bir sandalyeye otururum. Yine öyle bir gün kahvehanenin camekanına yakın bir sandalyeye oturdum; gelen geçeni seyrediyorum. Garson geliyor, gençten bir çocuk, daha o sormadan ben söylüyorum:

-Çay.

Birazdan demli çayım geliyor. Şekerini atıyorum. Şekersiz içemiyorum. Zararlı diyorlar ya olsun; ben şekerli sevenlerdenim. Bir yudum alıyorum. Çok güzel. Bardağı elime alıp, kahvenin arkaya açılan kapısına yöneliyorum. Kapıyı açıyorum ki o ne güzel bir manzara: Küçük yemyeşil bir bahçecik, ortasında havuzu, havuzun içerisinde gazoz şişeleri, dikkatimi çekiyor. “Akşehir Gazozu” Havuzun bahçesi yemyeşil çimlerle kaplı, dört beş meyve ağacı, yine büyük bir çınar ağacı ve altında bir oyun masası, masayı çevreleyen dört beş sandalye. Etrafın güzelliğine hayran hayran bir on dakika kadar izliyorum ki çayım bitiyor.

Tekrar camekanın önündeki yerimi alıyorum; iyi kimse gelip oturmamış. Karşı kaldırımda bir sinema var. Saray Sineması. On matinesine gelenler sinemanın on ayak merdivenindeki hayal kapısının önünde dikkatlice film afişlerini izliyorlar. Film gösterim için hazırlanmış fotoğraflara bakıyorlar. Cüneyt Arkın’ın filmi var. Bir çığırtkan kapının önünde bağırıyor; “Haydi başlıyor beyler!” Oturduğum yerden duyuyorum. Sinemanın önü kalabalık. Her yaştan izleyici var. Oturduğum kahvenin kapısının sağ tarafında gençten üç arkadaş filme gidip gitmeme konusunda konuşarak kahveden ayrılıyorlar.

Hava çok sıcak. Saat: On üç sıraları. Aylardan Ağustos. Öğle ezanı okunuyor.

Garson yine başımda, bu kez o;

-Çay, diyor.

-Evet, yalnız taze ise… diyorum,

-Bizde bayat çay olmaz…

-Getir öyleyse.

İkinci çayım da geliyor.

Oturduğum camekanın iki masa ilerisinde iki kişi karşılıklı oturmuş hararetli şekilde kağıt oynuyor. Sonra yanlarına bir kişi daha geldi.

Garson bu kez de o masanın başında;

-Çay.

Oyun oynayanlardan diğerine göre zayıf olanı:

-Çay ver abime.

Birazdan çay geliyor.

Uzaktan seyredip, kulak misafiri oluyorum.

Masada yandan oyun izleyene, kağıt oyunu oynayanlardan takım elbiseli memur, efendi kılıklı:

-Şimdi şu acemiyi bir yeneyim de seninle de bir el oynayalım.

-Ben kağıt oyunu bilmem ki.

-Kağıt oyunu bilmez misin? Tabanı elli iki.

-Bilmem, dedi. Çayını yudumlayarak.

-Elli iki bilinmez mi?

-Bilmiyorum ya.

-Bilmezsin de seyrediyorsun.

-Öylesine.

-Seni yıllardır tanırım, kahveye gelir izlersin. Nasıl oldu da elli ikiyi öğrenemedin?

-Öğrenemedim, dedi, ya biraz kırılır, kızar gibi oldu. Öğrenemedim işte.

-Allahaısmarladık, dedi.

Oyun oynayanlar birlikte;

-Güle güle, güle güle, dediler.

Kahve kapısından çıkarken yüzünden sıkıntı okunuyordu.

                                                 ****

Gün ikindiye dönmüş, akşam oluyordu.  Kaçıncı çayım oldu hatırlamıyorum.

Yine garson tepemde;

-Çay.

-Sağ ol, dedim. Artık çıkacağım.

Kağıt oyunu oynayanlar da benden önce oyunu bırakmış çıkmışlardı. Yavaş yavaş ben de kahveden çıktım. Ayaklarımda hala bir ağrı var. Akşam oluyor. Ekmeğimi köşedeki fırından alıyorum. Herkes bir telaş içerisinde. Hayat akıp geçiyor. Mahalleye akşam karanlığı çöküyor.

Sokağın başında Hatice Abla:

-Yaşarrr! diye bağırıyor. Yaşarrr! Gözü kör olmayasıya. Gel artık.

Arkadaşları ile misket oynayan Yaşar:

-Beş dakika daha. Beş dakika daha.

-Yaşarrr! Gel artık. Bağırtma beni. Şimdi baban gelecek.

Yorgun şekilde evime giriyorum. Hayat diyorum, hayat işte;  insan ömrü gelip geçiyor, hem de ne çabuk.

BİTTİ