MUSTAFA

Akşamüstü, henüz şehrin ışıkları yanmamış. Kahve yolun önündeydi. Güneş yavaş yavaş  pembeşerek batıyor, bu arada her şey pembe bir renge bürünüyordu.

Karşımızda Akşehir, giden günün altında, sessiz, sakin, ürpertisiz sonsuzluğa doğru yol alıyor, uzakta girintili çıkıntılı Sultan Dağları günbatımıyla birlikte siyah siyah kesitler oluşturuyordu.

Sevgiden aşktan söz açılmıştı: Sevgiden söz ediliyordu yine gençler arasında, aşktan söz ediliyordu. Tekrarlara tekrarlana söylenmiş sözler artık ağızda sakız olmuştu. Şehrin üstüne Sultan Dağları’ndan tatlı bir hüzün çökmüş, kâh bir gencin aşk sözleri, kâh bir kızın ağzından söylenmiş sözler kahvehane salonunu dolduruyor, bir tüy hafifliğinde kahve salonunu dolduruyordu.

Aşk neydi? Sevgi ne? İnsan birisine ömür boyu âşık olabilir miydi? Gençler arasında tartışılan konu buydu. Kimi elbette ömür boyu aşkın olduğuna inanıyor, kimi de “böyle bir şeye imkân yok” şeklinde cevaplar v eriyordu.

Çaylar ardı arkasına gelip gidiyor. Her iki taraf da birbirlerine karşı iddialarını savunmaya devam ediyordu, kimi sevdiği Ayşe’den kimi sevdiği Leyla’dan söz açıp kanıtlar gösteriyor, ardı ardına örnekler veriyordu. Kanıtları hep sevgilileriyle geçen anılarıydı.

İçlerinden biri anısını anlatacaktı ki, pür dikkat dinlemeye koyulmuşlardı. Kahvede bugün de fazla müşteri olmadığından bende kulak misafiri oluyordum.

Neyse…

Bu arada içlerinden birisi konuşmaya başladı: Onu çok sevmiştim dedi. Hem de çok. Gün yirmi dört saat onu düşünüyordum. Yemyeşil gözleri… Simsiyah saçları… Gülünce dünya gülerdi.. Düşüncelerimde kalbimde tek onun arzusu, dudaklarımda tek onun ismi vardı. Garip bir aşktı bu. O düşüncelerimde öyle bir isim ki bu ismi düşüncelerimde yaşatır, ismini hep dudaklarımda tekrarlardım.

İçlerinden birisi :  “Gerçek mi?” dedi.

Anlatan, “Gerçek ya! Bizimki gerçek bir aşktı. Burada aşkımdan, aşkımın güzelliğinden, aşk serüvenimizden uzun uzun söz edecek değilim, fakat her aşk gibi, her seven ve sevilen gibi tanışmıştık. Hani belki fakir genç, zengin kız aşkı gibi bir aşktı bizimki… Hep aşklar güzel başlar ya… Bizimki de öyleydi, tanıştık, konuştuk, anlaştık… Belki gençlik aşkıydı bizimki… Gizli bir sevdaydı… Onun yemyeşil gözlerinde sarhoş, onun bakışlarında dünyanın en mutlu insanı bendim. Onun güzelliğinin etkisi altında, onun güzelliğine hapsolmuş bir şekilde yaşıyordum.  Onunla nefes alıp onunla yaşıyordum.”

Masada oturan en gençlerinden:

-Hani arkadaş sen aşkın ömür boyu sürmeyeceğini söylemiştin…Bak ne güzel de aşkınız sürüyormuş..

Güldü anlatan.

-Aşkımız, sevgimiz öldü işte. Öldü.

-Nasıl olur?

-Gerçekten öldü. Oysa sevgimize gördüğünüz yollar, sevgimize Akşehir tanıktı…

Genç olan yine:

-Anlat öyleyse…

Çayından bir yudum çekti ve ardından :  “Sevgiyi buldum sanmıştım, sevmiştim, fakat… Sevdiğim beni değil, el ve ayak tırnaklarını boyatmayı, kürkleri, mantoları, güzellik salonlarını severmiş. Birkaç tatlı sözüyle gönül eyler, birkaç gülüşüyle kandırırmış. Yalan dünyada yalan olan her şey gibi sevgi de kalıcı değilmiş… Bunu anlamıştım ve beni terk edip giderken bile o sahte gülümsemesini yüzüne yapıştırmıştı…”

-Nasıl sevmiştin? Aşkınızın bir ömür boyu süreceğine nasıl inanmıştın?

Bir iç çekerek:

-O benim sevgilimdi, bu şehirde yalnızlığımda kalabalığımdı. Benim yarım, benim bu günüm benim yarınımdı. Hayallerimdi, tutkumdu. Ağlamamdı, gülmemdi. Bilemezsiniz onu o kadar çok sevmiştim ki benim için Akşehir, benim için Sultandağı, benim İçin yanımda olanımdı. Sevgimdi, umudumdu… Beni bir o anlardı. Her gece evinin penceresinden bana bakar, aramasa kendimi o gün yaşamıyor sanırdım. Gelmese aklımı oynatır, gelmese çıldırırdım. O benim güzelim, o benim tek sevdiğimdi…

-Nasıl oldu da gitti?

-Hep kandı ya yüreğim. Hep aldandı ya. Kapanmaz sevdadan yürek yaralarım. Bu sevda değil, bu yürek acısıydı. Onunla çoğuldum; şimdi yalnız kaldım, yalnızım. Seviyordu, öylece bırakıp gitti. Böylesine severken, sevilirken… Gitti …Şuna inandım ki sevgi hiçbir zaman ömür boyu sürmez..

Yan masalardan da dinleyenler hararetle konuşulan bu masaya doğru yaklaştılar ki yine gençlerden birisi:

“Haklısın kardeş, sürmez, sevgi bir ömür sürmez “ diyordu.

On dakika kadar sonra üç arkadaş kahveden dışarıya çıktı, yolları Anıt Alanı’nın önünden ayrıldı.

Bir ömür sevginin sürmeyeceğini anlatan Mustafa ‘ın Çay Mahallesi’ndeki evinin yolunu tutmuştu ki, ardından bir ses işitti:

-Mustafaaa!

Duymadı, duymak istemedi ya ikinci bir “Mustafaaa !” sesiyle irkildi.

Bu O olabilir miydi? Ardına dönüp bakmak bile istemedi. Nasıl bir geceydi bu. Nasıl bir gece. Akşehir karanlığa gömülüyordu, Ay ışığı yoktu, zifiri bir Karanlık şehrin üstüne abanmış, Çay Mahallesi’ne doğru giden bu eğri büğrü yollar, bu duyduğu ses, bir rüya olmalıydı.

Kalbinin sesini dinlemek istiyor. “Mustafa “ sesi ile irkiliyordu. Bir zamanlar sevdiği, aşık olduğu sesin kulağında yansıması mıydı? Gecenin içinden mi sevdiğinden mi geliyordu. Bilmiyordu. Böyle ne kadar yürüdü. Sarhoş gibiydi… Evi de yürüdükçe sanki uzaklaşıyor ayaklarında derman kalmıyordu.

Yoluna devam etti.

Kendisini bekleyen eşi ve çocuğunu düşündü, kendisini toparladı. Kendi kendine “canı cehenneme!” dedi.

                                                                                                                                               ARALIK-2010

 

{ "vars": { "account": "G-5Z2CE4T8R8" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }