80’li yıllar, ahireti cennet olası babamın çiftçilik yaptığı zamanlardı. Tarlada geçirdiği bir kaza sonucu, bacağı parçalı kırılmış ve uzun süre çarşı pazara çıkamayıp, evde istirahat etmek zorunda kalmıştı.

Günümüzde yerinde yeller esen, Pazar günleri kurulan, Yeni Mahalle’deki “macır” pazarına harç görmeye giderdik. O zaman ben 13, kardeşim Sultan 11 yaşlarındaydı.

Elimizde şimdiki gibi pazar arabası ve poşetler olmaz, saplı pazar torbaları ve file olurdu. Annemin miktarlarıyla birlikte yazdığı ihtiyaç listesini ve parayı cebimize itina ile koyardık. O zamanlar gözümüze büyük gözüken pazar yerinde, önce fiyatları öğrenmek için baştan aşağı dolaşırdık.

Portakal, elma, limon, turp, kabak, patates, soğan gibi ezilmeyecek olanları, torbanın altında kalsın diye öncelikle alır, üzerine daha dayanıksız olanları ve yeşillikleri koyardık. 

Akşehir çevresinde yetişen ürünlerin satıcıları genellikle köylüler, dışarıdan getirilen ürünleri satanlar ise esnaf olurdu. Fiyat sormadan ve pazarlık etmeden, alışveriş etmezdik.

Ürünler mevsimine göre, kesinlikle organik olurdu. Pazarın sonlarına doğru, teyzeler amcalar önlerinde azalmış olan ürünleri, geriye götürmemek için kabala olarak, daha ucuz fiyata verirlerdi.

Babam her seferinde, dönüşünde torbaları taşıyamazsınız, mutlaka at arabasıyla gelin diye, tembihlerdi. Pazarın dışında bulunan at arabaları sıralanırlar ve gideceğiniz sokağa göre müşterilerini alarak, kapınıza kadar getirirlerdi.

Akşehir gölünden tutulan ve bir aileye yetecek kadar büyük olan sazan ya da küçük çapak balığını almadan pazardan çıkmazdık.

Balıkçıların şimdiki gibi balık temizleme adeti yoktu. Balıklar, sokak çeşmelerinin başında ya da bizim gibi bahçeli evi olanların bahçesinde bulunan çeşme başında temizlenirdi.

Fırınlı sobanın gürül gürül yanmaya başlamasıyla birlikte, tabanı yağlanan siyah soba tepsisine dizilen balıkların üzerine, ince dilimlenmiş patatesle birlikte kesinlikle salça ilave edilirdi.

Yere açılan soframızda; balık tepsisi ortada, yanında ise çorba ve limonlu salata mutlaka olurdu. Babamın besmelesi ve ilk lokmasından önce kimse yemeye başlayamazdı.

Yemekten sonra hasretle beklediğimiz Baretta dizisini, sedirin üzerinde bağdaş kurup izlemek de ayrı bir keyifti. Fakat genellikle bu keyif pek uzun sürmez, kapı çalınırdı. Aynı sokakta oturduğumuz akrabalarımızdan birisi, müsait misiniz demeye ihtiyaç duymadan, çat kapı içeri girerdi.

Misafire pek hürmet edilir, evde ne varsa ikram edilirdi. Zaten misafirin gelmediği ya da misafirliğe gidilmeyen gün olmazdı. Muhabbetlerin konusu siyaset değildi, hep geçmişten ve yaptıkları işlerden bahsederlerdi.

Bizler, evin aralık dediğimiz, şimdilerde hol denilen kısmında, birdirbir dahil her çeşit oyunlar oynarken, durun susun diyen olmazdı.

Misafirler kalkalım dediklerinde de biraz daha kalın oyunumuz bitsin diye yalvarırdık.