Biraz yavaşladı. Çamur ayakkabılarını iyice sarmıştı. Durdular, birlikte ayakkabılarını temizlediler. Sonra yine çamurlardan sakınarak yürümeye başladılar. Gâvur Mahallesi sanki her adımlarında kendilerinden biraz daha uzaklaşıyordu.

Ulu Cami’nin önünden geçerken Rüştü Bey Konağı göründü.

Oriste:

-Ne güzel bir bina.

Sabri:

-Rüştü Bey Konağı.

Bu arada öğle namazı için on beş kişiye yakın bir kalabalık caminin bahçesine toplanmış, ezanın okunmasını bekliyordu.

Geldikleri yoldan sesler geliyordu. Uzakta bir kalabalık gördüler.

Oriste:

-Bunlar asker mi?

-Hayır.

Dikkatlice baktılar.

-Evet, evet askerler, İtalyan askerleri.

Kalabalık uygun adımlarla fakat gayet yavaş yürüyordu. Önlerinde ise her halinden subay olduğu anlaşılan ve askerlere durmadan emirler yağdıran biri vardı.

Sabri ve Oriste durdular. Bu arada İtalyan askerleri de durmuştu.

Bir evin bacasına yuva yapmış leyleklere ateş etmeye başladılar. Bir yandan da pis pis gülüyor, bir şeyler konuşuyorlardı.

Cansız olarak yere düşen leyleğin tüyünü alıp şapkalarına takmaya, pis pis gülmeye başladılar.

Sabri:

-Şunları bekleyelim hele.

Oriste:

-İstersen gidelim, mahallemize az kaldı.

-Neden gidecekmişiz? Kendi yurdumuzda İtalyan askerinden mi korkacağız?

Komutan ve askerleri Ulu Cami‘nin önünde durdular. Namaz vaktini bekleyen Akşehirliler ile askerler arasında sadece cami duvarı vardı.

Komutan:

-Sen gel diyerek, biraz önce yuva yapan leyleklere ateş açan askeri çağırdı.

Sert bir şekilde:

-Şu caminin kubbesini görüyor musun?

Asker:

-Evet komutanım.

-Ateş et bakalım.

-Fakat komutanım bu halk…

-Ne diyorsam onu yapacaksın!

-Biz buraların yeni efendileriyiz, sana ne diyorsam onu yapacaksın. Haydi!

Akşehirliler yavaştan yavaştan İtalyan askerlerinin etrafını sarmıştı.

Sabri, komutanın önüne kendisinden beklenmeyecek bir cesaretle atılarak:

-Ne yapıyorsunuz? diyerek, Rumca komutana sordu.

Komutan:

-Sen de kimsin? Adın ne senin çocuk? dediği anda,

Sabri:

-Oriste, dedi. Arkadaşının ismini söyleyivermişti.

Komutan sırıtarak:

-Sevdim seni çocuk, yanıma gel bakayım.

Sabri, komutanı aldattığı için çocukça seviniyordu. Onların yanında İstasyona gidecek planlarını öğrenecek, nasıl olsa kaçmanın bir yolunu da bulacaktı.

Komutan:

-Ya annen, baban? dedi.

-Ölmüşler.

Komutan askerlere:

-Çocuğa şeker verin, diyordu.

Sabri içinden: “Bu gâvurun malı yenmez ya” diyordu, rolünü sürdürecekti, yalan da söylemişti. Fakat bu vatan için, babası canını vermiş, ağabeyi ayağını vermişti, o canını verse çok muydu? Her şey vatan için, millet için, bayrak için değil miydi? Vatan elden gidiyordu, Akşehir elden gidiyordu.

Komutan:

-Haydi Oriste! dedi. Haydi gidelim…

Akşehir halkını sindiremeyeceğini anlayan İtalyanlar, İplikçi Camii’nden nasıl korkarak çekip gittilerse, Akşehir’den de adeta kaçarcasına istasyondaki karargâhlarına doğru gidiyorlardı.

İtalyanların arkasından Akşehirlilerin sesleri geliyordu.

-Defolun! Bu yaptıklarınız yanınıza kâr kalmayacak, sizleri bir daha buralarda görmek istemiyoruz. Defolun!

Onlarsa Akşehir halkını sindirebileceklerini sanarak havaya ateş edip naralar atarak yürüyorlardı.

*** 

Mehmet Ali oturduğu sedirde gözleri pencerede Sabri’yi bekliyordu.

-Ana, dedi, ana bu çocuk nerede kaldı?

-Oriste ile çıkmışlardı. Gâvur Mahallesindedirler.

-Şimdiye kadar gelmeliydi.

Kapı hızlı hızlı çaldı.

Annesi kapıya doğru koşarak:

-Sabri’dir, dedi, Sabri’dir.

-İnşallah ana… Bu İtalyanların ne yapacakları belli değil. Bugün de Ulu Cami’nin kubbesine ateş etmişler.

Kadıncağız avlunun içinden koşar adım kapıya seğirtti. Tahta kapının açılışı Mehmet Ali’nin oturduğu odadan duyuluyordu.

Tahta kapı gıcırtıyla açıldı.

Mehmet Ali:

-Anaaa! Kim gelmiş?!

-Süleyman oğlum! Ulu Cami imamı Süleyman.

Süleyman ve Habibe Ana merdiven basamaklarından ağır adımlarla çıktılar.

Mehmet Ali şaşkın bir vaziyette:

-Hayırdır, Süleyman Hocam? Hele hoş geldiniz.

Süleyman Hoca:

-Sabri kendisini İtalyan subayına Oriste diyerek tanıtarak onlarla gitti.

-Ya Oriste?

-Yoktu…

Habibe Ana:

-Oğlummm… dedi. Ah oğlummm!

Mehmet Ali:

-Sabri diyebildi, Sabri…