HİKÂYE-2

Akşehir iplikçi Camii’nde öğle ezanı okunuyordu. “Allahüekberrr! Allahüekberrrr!”

Namaza yetişmek isteyen Mehmet Ali hızlanmaya başlamıştı, başlamasına ama sağlam bir ayak ve bir koltuk değneğiyle nasıl hızlanabilirse o da öyle hızlanmıştı işte. Bir an sendeliyor, toparlanıp yeniden yoluna koyuluyordu.

Aniden bir silah sesi duyuldu, ardından bir daha … “Pattt! Pattt!”

Çatılardan güvercinler, dallardan serçeler uçtu.

Mehmet Ali:

-Yine İtalyanlar, kudurdu bunlar diyordu, kudurdu köpekler! Allah vere de bir Akşehirliyi vurmasalar.

Silah seslerinin ardından güvercinlerin kanat sesleri geliyordu. Akşehirliler pencerelerini kapatıyor, kadın kız, çoluk çocuk evlerine kaçışıyordu.

Çınaraltı bugün sessizdi, ortalıkta kimseler yoktu. Ne Kahveci Hamdi ne Terzi Kadir ne de Nalbant Mustafa, her gün buraya gelip giden İtalyanlardan bıkmış olmalıydılar. Belki de Kahveci Hamdi’nin kahvehanesinde toplanmışlardı.

Camiye yaklaştı. Caminin kapısı önünde kalın çizmeleri ile kısa boylu bir İtalyan subayı yanında on kişiye yakın askeri ile duruyordu.

Komutan küstahça:

-Ateşşş! dedi, Ateş edinnn!

Birkaç asker yeniden İplikçi Camii’nin avlusundaki asırlık çınara ateş etmeye başladılar. Silah seslerinin ardı arkası kesilmiyordu.

Mehmet Ali:

-Ne yapıyorsunuz ne yapıyorsunuz siz, deli misiniz? Burası kutsal bir mekân, dedi.

Komutan pis pis sırıtarak:

-Atış talimi!

Yanındaki askerlerden birisi:

-Sen de kimsin, sana hesap mı vereceğiz? Defol git buradan, dedi.

Mehmet Ali:

-Gidin başka yerde taliminizi yapın… Sizin inancınız yok mu? Bizler sizin kilisenizin yanında atış talimi yapıyor muyuz?

Bu sırada Kahveci Hamdi, Terzi Kadir ve Nalbant Mustafa da geldiler. Akşehir halkı da yavaş yavaş İtalyan subayı ve askerlerinin etrafını sarmaya başlamıştı.

İtalyan askerleri Mehmet Ali’nin üzerine doğru yürüyeceklerdi ki Akşehirliler birden askerlerin etrafını sardılar.

Kahveci Hamdi, Terzi Kadir, Nalbant Mustafa ve Akşehir halkı canları pahasına da olsa askerlerin etrafını sarmışlardı. Mehmet Ali biraz geride kalmış olsa da sol ayağına destek olan değneğine sıkı sıkı sarılmış, ilk gelen askerin kafasına yerleştirecek bir azimle duruyordu.

Komutan:

-İstediğimiz yerde atış talimi yaparız, anladınız mı?

Kahveci Hamdi:

-Burada yapamazsınız!

Terzi Kadir:

-Buradan gidin!

Nalbant Mustafa:

-Biraz saygılı olun.

İtalyan subayı, bu arada ellerinde çapalarla, küreklerle, sopalarla gelen Akşehirlilerden korktuğunu belli etmemeye çalışarak:

-Sizin yeni efendileriniz bizleriz. İstediğimiz yerde atış talimi yaparız! Şimdilik gidiyoruz yarın yine geleceğiz.  Sizleri ve yaptığınızı unutmayacağım. Hele o topalı, hele o topalı asla! Haydi, çocuklar, haydi gidiyoruz!

Akşehir İstasyonu’na doğru geldikleri gibi gitmeye başladılar.

***

Önce Hıdırlığın yamaçları kararmaya başlıyor, sonra Tekke Deresi. Şehrin üzerini kara bulutlar kaplamaya başlıyor. Gökyüzünde kara bulut kümeleri birbirini izliyor. Havada yağmur kokusu var.

Mehmet Ali, “yağmur yağacak” diyor, sağ ayağını ovalayarak, koltuk değneğiyle evinden çıkıyor. Şehre doğru yürüyor. Bu günlerde şehirde daha bir dolaşmak, küstah İtalyan subayını yalnız başına denk getirebilirse, alnının ortasından vurmak istiyor. Eline beline götürerek, tabancasını yokluyor.

“Seninle tepeleyeceğim o İtalyan uğursuzunu, seninle” diyerek tabancasını okşuyor. Şehirde andığını bulamayınca dönüş yoluna sapıyor. Ağırlığını koltuk değneğine vererek bir yol dinleniyor.

Tekke Deresine bakıyor, sonra Sultan Dağları’nın zirvelerine. Hıdırlığa hava neredeyse yağmur olup indi inecek. Akşehir yağmurlarının ne menem bir şey olduğunu bildiğinden aceleyle tekrar yola düşüyor.

Akşehir, bu güzel şehir savaşlarda tüm ümitlerini yitirmiş, ümit diye bir sözcüğün varlığından bile habersiz bir şehir haline gelmiş. Savaşlardan dönebilenler gazi, dönemeyenler ise şehitlik mertebesine erişmişler. Babası Ali Bey şehitlik mertebesine ulaşanlardan.

Karmakarışık duygular ve düşünceler içerisinde yolu üstündeki İplikçi Cami’ni geçiyor, kendi kendine “İngilizleri kovduk, şimdi de İtalyanlar peydah oldu” diyerek söylenerek yürüyor.

 Yağmur yağdı, yağacak.

 Neden sonra Tekke’de buluyor kendini. Kadınlı, erkekli, çoluklu çocuklu Tekkeliler hızlı adımlarla evlerine dönmekteler.

-Selamün aleykümmm!

 Bir grup kalabalık:

-Aleyküm selammm! diyerek koşar adım evlerine doğru gidiyor.

İtilaf donanmaları ve askerleri birer bahane ile İstanbul’da, Fransızlar Adana’da, Urfa, Maraş, Antep’te İngilizler, Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngilizler, İtalyanların bir kısmı ise Akşehir İstasyonu’nda, Anadolu yok olmanın endişesi içine düşmüş, fakirlik hat safhada, mütareke sonucu silahları elinden alınmış, savunmasız bırakılmış fakir bir millet,

“Türk esaret bilmez” diye, bağırmak istiyor ama bu cesareti kendisinde bulamıyor, sinirinden ağlamak istiyordu. Yoksa tek ayağıyla bunu başaramayacak mıydı? Acaba kendisi de istilacıların bir kulu kölesi mi olacaktı? Hani batı medeniydi? Bu muydu medeniyetleri? Bu muydu medenilikleri? Sinsice öz vatanını paylaşmaya kalkan bu Avrupalılar değil miydi?

Yıllarca bu vatanın ekmeğini yemiş, Osmanlı vatandaşı Ermeni ve Rumlar ülkenin içine düştüğü bu durumu fırsat belleyerek Akşehir’de de düşmanla iş birliği yapmaktan geri durmuyorlardı. En çok da bunlara içerliyor, kızıyordu. Bu iş birliği, bu nankörlük nedendi? Kafasının içerisinde binlerce bomba patlıyor, delirecek gibi oluyordu.

-Nereye yürüyorum? dedi kendi kendine, oldukça uzaklaşmıştı,

Kulaklarında yine o bildik silah sesleri geliyordu. Gerçek mi, hayal mi olduğunu anlamaya çalıştı.

İçinde bir titreme hissetti. Derin bir nefes alarak kendine geldi. Bir süre daha yürüdü. Ulu Cami’ye yaklaşmıştı. Elini alnına siper yaparak baktı, evet gerçekti. İtalyan subayı uzağında duruyordu.

-İtalyan’a bak hele! diyordu. Küstah İtalyan subayı! Çınar ağacına atış talimi yaptırıyor, yine.

Vatan hainlerinin küstah davranışları ve İtalyan subayının hakaret içeren sözleri geldi aklına, bu sözler ruhunun derinliklerine işlemiş, düşüncelerine düşünceler katmıştı. Çekip alnının ortasından vurmalıydı İtalyan subayını. Ama vazgeçti, yolda yürümeye devam etti, neden vurmadığına çok pişman oldu.

Ne kadar bu vatanı işgal etmiş İtalyan, Fransız, İngiliz ve Yunan askeri varsa bu memleketten sürülerek, hepsi bu vatandan kovulacaktı. Onlara dost görünen bir Türk de olsa kendisine en kötü muamele reva görülecek, Akşehir’den, vatandan atılacaktı. Bunun başka çaresi yoktu.

Bu düşüncelerle, evine doğru yol alıyordu.

Karanlık çökmüştü Akşehir’e, karanlıklar çökmüştü vatanın üstüne.

***

İtalyanlar Akşehir’deki bazı Rum ve Ermeni evleriyle Bermende Köyü’ne yerleşerek Akşehir‘i işgal planlarını uygulamaya başlamışlardı.

Gökyüzü maviliğine bürünmüş, Hıdırlık pırıl pırıl parlıyor, yerler yağan yağmurdan çamurlaşmış, yerler su birikintilerinden göle dönmüştü.

Sabri ve Oristo bastıkları yerlere dikkat etmeden yürüyorlardı. Çamurlar paçalarına kadar ulaşmıştı. Önce Akşehir Çayı’nı geçtiler, Oriste’nin mahallesi olan Gâvur Mahallesi’ne gideceklerdi. Sabri’yi bir heyecan sardı. İlk defa Gâvur Mahallesi’ni görecekti. Acaba nasıl bir mahalleydi bu mahalle? Ulu Cami’de dinlediği vaazları hatırladı, her Cuma günü hocanın “gâvurlardan bize dost olmaz” dediğini hatırlıyordu. Oriste onlardan farklıydı.

Oriste:

-Sabri çok hızlı yürüyorsun.

-Öyle mi?

{ "vars": { "account": "G-5Z2CE4T8R8" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }