Çocukken bayramın ilk günü sabah ezanında kalkıp,  temiz giysilerini giyerdi. Anası, Mehmet ve kardeşleri yaşa göre sıralanır heyecan içinde birbirleriyle itişip kalkışıp gülüşürlerdi. Evin reisi gelince ciddileşir sırayla ellerini öper bekleşirlerdi. Hüseyin Fadime’nin alnını öper “seninde bayramın mübarek olsun” der gözlerinin içine bakar gözlerinin içi gülerdi. Sonra tek tek çocuklarını öper bayram harçlıklarını verirdi. Mehmet’i yanına alarak bayram nazmına giderlerdi. Anası ve kardeşleri ölünce bayram günlerinin boynu büküldü. O olaylı geceden sonra ise bayram günleri Mehmet için ölümden beterdi. İki yıl boyunca bayramlar da babasına gitmedi. İlk yıl bayramı okulda geçirdi. İkinci yıl ise Ali’nin boş evinde duvarlarla birlikteydi.

Bu yıl ramazan bayramında babasına, baba ocağına gidecekti. Bu tehlikeli oyuna girmeden önce babasından hatta Gülcan’dan helallik alacaktı. Akife bahsettiğinde yüzündeki sevinçten doğru bir şey yaptığını anladı. Biliyordu bilmesine de yinede içinde Gülcan’ın varlığının onunla karşılaşmanın sıkıntısı vardı.

 Arife günü akşamüzeri düştü yollara.  Tuhaftır içinde herhangi bir duygu kırıntısı yoktu. Ne bir heyecan ne korku… Uyuşmuştu. İçi dışı, sanki içindeki ruh yokmuş gibi davranıyordu.  Otobüs bayram arifesinden dolayı tıka basa doluydu. Dışarıda esen rüzgârın kırıntısını aradı otobüsün içinde. Bu kadar insan üst üste bir saat boyunca birbirlerine katlanacaktı katlanmasına da şu ter kokusunu, oflamalarla puflamalarla nefeslerinden gelen sigara kokusu, ayak kokusu ile bir saat uzun göründü gözüne. Otobüste ön tarafta iki yaşlı kadın onların tepesinde dikilen orta yaş erkeğe arkalarını dönmüş dert yarıştırıyorlardı. “Seninki de dert mi kardeş bir kızım var damat aklına estikçe dövüyor. Ne yaparsın elden bi şey gelmez kocası tabi dövecekte sevecekte ama işte şu ana ciğeri dayanmıyor.” Diğeri de başını sıkıntı ile sallayıp onay veriyordu. Neye onay verdiği bilinmez; şiddete mi yoksa şu ana yüreğindeki çaresizliğe mi? Yan tarafında oturan yaşlı karı kocanın kendi halinde konuşması kulağına geldi. “O gelini Allah nasıl biliyorsa öle yapsın” diyordu yaşlı kadın. Ağlayarak devem ediyor arada gözlüğünün altında yazmasıyla gözyaşını siliyordu.  “ Büyü yapmış bey belli. Yoksa kim atar anasını babasını sokağa. Önümüzde kış ne yapar ne ederiz.” Adam ise gözlerinde belli belirsiz bir umut ışığı ile “yolunu buluruz hanım” diyordu. Söylediğine kendinin de inanmadığı belliydi.  Oturduğu koltuğun başında dikilen iki gencin ise derdi ayrıydı.

“Oğlum okulu da bıraktık ne diyeceğiz pedere. Senden adam olmaz deyip duruyordu zaten. Şimdi ayvayı yedik dilinden düşmez artık.” Diğer arkadaşı da sırtını sıvazlayıp teselli veriyordu. “ Takma kafayı lan, askere gider, kaçarız bizde. Vatan borcumuzu öderiz.” En arka koltukta ise başka bir isyanın sesi geliyordu.

“Bu memlekette bir bok olmaz. Şu hale bak kaç yaşına geldik karnımızı zor doyuruyoruz. Tüp kuyruğu, yağ kuyruğu biz bunlarla uğraşırken karaborsacılara gün doğuyor. Yok arkadaş helal para kazanmanın yolu yok. Paran varsa yaşarsın yoksa kuyruklarda bir lokma ekmek için can verirsin.”

“Malı mülkü sattık, büyük şehir dedik gittikte ne oldu. Aklıma yanayım, ek tarlanı al bostanını olanla yetinip keyfine bak. Elimizdekilerde olduk.”

Herkes de, her sözde derdin şekli farklı; ortak kavga yaşam mücadelesiydi. Kimi gelinden, kimi kaynanadan, kimi paradan, kimi bir baltaya sap olamamaktan yanıyordu. Birazdan evi olan evine, olmayan ise kendi yoluna gidecek konuşulanların bu otobüs de izi kalmayacak yeni yolcuları ile birlikte yeni kaygıların taşıyacaktı.

Sonbaharın hüznü çökmüştü şehre. Ağaçlar yapraklarını tamamen dökmüş, yerlerde gazel yığını oluşturmuştu. Rüzgârın şiddetiyle savrulan gazeller arasında sırt çantasını omzunda yürüdü. Ilgının asfalt dökülmüş yollarında araba sayısı artmış, insanlar yine yol ortasından yürüyordu. Kapalı çarşıya gelene kadar sadece iki yılda bu kadar değişen Ilgına şaşırmıştı. Kapalı çarşının küçük kapısından başını eğerek girdi. Hemen soluna döndü, kapalı kapının ardından babasına baktı. Elinde kösele ayakkabı, ağzından tek tek çektiği çivileri çakıyordu. Eliyle kapını kulpunu çevirdi. Ritmik bir melodiyle açılan kapının ardında babasına bakarak gülümsedi. Elinden düşen ayakkabının, çekicin,  ağzından dökülen çivilerin üzerinden geçerek kendini kollarına alan babasının kokusunu içine çekti.

Birbirlerinin kokularına doyunca oturdular. Babasına başı yerde Aysel’i anlattı. Üvey babasının herhangi bir örgüte üye olduğundan bahsetmedi. Telaşlansın istemedi. Başına gelenleri hak ettiğini, ne dese hakkı olduğunu, bir insanın kanının eline bulaştığını, nasıl yandığını, pişmanlığın şu içindeki ağırlık için hafif kaldığını, eğer müsaade ederse babasının kollarında dinlemeye geldiği söyledi.

Hüseyin’in yüreği burkuldu. Hiç tanımadığı kızcağızın, karnındaki günahsıza gözyaşıyla birlikte birer Fatiha gönderdi. Ah oğlu ile şu arasındaki uçurum olmasaydı da daha önce açılsaydı babasına. O zaman sarar sarmalardı gelinini, torununa sahip çıkardı elbet. Olan olmuş demekle geçemeyeceği kadar büyük bir acıydı bu. Bir değil iki candı giden. Ama çaresi var mıydı? Olan olmuş giden gitmiş dedi bir kez daha. Yaralı oğlunu alıp dükkânı kapadı, devam eden hayatın akışına kapılıp bayram alışverişine çıktı.

Gülcan sofrasını hazırlamış Hüseyin’i bekliyordu. Yarın bayramdı. Belki Hüseyin onu affederdi. Şu geçen üç yıl ondan çok şey götürmüştü. En başta da Hüseyin’i…  O geceden sonra her gün o geceyi yaşayıp kendiyle kavga etti.  Soruları aynı cevapları farklı, sonuç ise hiç değişmeden geçen sessizlik içindeki günleriydi. Ana olmak uğruna babayla oğlanı ayırmaya kalkıp gününü gün edecek hali yoktu ya…

Şu oğlan bir gelse ayaklarına kapanacak af dileyecekti. Bir cahillik ettim affet, ben büyüklüğümü bilemedim sen bir büyüklük et diyecekti. Tak etmişti canına Hüseyin’in sessizliği. Üç yıl boyunca dökmediği dil, yapmadığı cilve kalmamış, Hüseyin Nuh demiş peygamber dememişti. Yine hocaların kapısına gitti, evin her yerini sirkeyle yıkadı, sarımsaklar astı, kurşun döktürdü en son elinde avucunda ne varsa verip büyü yaptırdı ama Hüseyin bana mısın demedi.

Kapının tokmağını duyunca elindeki tespihi bıraktı kapıya gitti. Hüseyin’in terlikleri elinde kapıyı açtı.  Kafasını kaldırdığında gözlerine inanamadı. Mehmet babasının yanında kapıda dikiliyordu. Hüseyin’in ilk defa gözleri biraz da olsa parlıyordu. Hüseyin’in ardından Mehmet’te eve girdi. Gülcan şaşkınlığını atıp, dolan gözleri ve dolanan diliyle;

“Hoş geldin evine” dedi.

“Hoş bulduk” dedi duyulur duyulmaz sesiyle. O gecenin ardından en çok Gülcan’ın kaybettiğini gözlerindeki çaresizlikten anladı Mehmet. Kim bilir aynı ev içinde sevdiğine uzak kalmak nasıl bir şeydir dedi kendi kendine. İçinde acımaya benzer bir duygu filizlendi.

Ezanın okumasıyla oruçlarını açıp yemeklerini yediler. Yemeğin ardından baba oğul havadan sudan konuşurken Gülcan da çayı hazır etti. Hüseyin sigarasını çıkarıp yaktı, çayla şu meret bir gidiyordu ki oğlu da yanındaydı keyfi beyde yoktu.  Gece çöküp yatağa girince günahlarla gidenlerle o zaman hesaplaşacaklardı. Şimdilik bunca yıllık ayrılığın acısını çıkarıyorlardı.

Gülcan bir Hüseyin’e bir Mehmet’e baktı. Söze nasıl başlayacağını ne diyeceğini bilemeden fırsat kolluyordu. Sonunda Mehmet’in bardağını boşalınca aldı. Çayını tazeleyip bardağı uzatırken dudaklarını gevmeye elleri titremeye başladı. Bardağı düşürmeden yere bırakıp nefesin aldı;

“Mehmet… Şey benim sana diyeceklerim var da…” Gözü gayri ihtiyari Hüseyin’e kaydı. Hüseyin yüzü gölgelenince iyice telaşlandı.

Mehmet;

“Buyur abla” dedi.

Gülcan’ın içini bir serinlik sardı. Eli ayağı boşaldı. Mehmet bundan önce ona hiçbir hitap da bulunmamıştı. Abla demesi iyiye işaretti. Belli ki zaman dertlerine derman olmuştu.

“Demem o ki… o gece olanları cahilliğime versen. Yarın bayram küsler barışır büyükler küçükleri affeder. Sende beni affetsen? Ana olmak için seni engel görmemem gerekti. Gel gör ki şeytana uydum işte.”  Derin bir nefes aldı devam etti.“ Bu cahil kadını affet oğlum. Sen affedersen belki babanda affeder.” İşte söylemişti. İçinden gelenleri bir çırpıda söylemiş omzundaki yükünden kurtulmuştu.

Mehmet bir Gülcan’a, bir babasına baktı. Düşündü ne yapmışlardı. Babasının hiç suçu yokken bedel ödemiş, Gülcan da ana olma hayalleriyle şeytana uymuş ama ikisi de kendi gibi bir hatta iki günahsızın kanına girmemişlerdi. Başları neden eğikti? Yeterdi artık bunca ayrılık, gün helalleşme günüydü. Yarın bayramdı ve onlar bir aile olarak girmeliydi.

“Ben geçmişi unuttum abla. Geçti bitti. Ben affettim Allah da affetsin inşallah.”

Gülcan duygularının coşkunluğuyla ağlayarak Mehmet’in eline sarıldı.

“Allah senden razı olsun. “ dedi.

Hüseyin olanlar karşısında mutlu ve artık umutluydu. Elindeki boş bardağı uzatıp;

“Tamam Hanım ağlama artık. Haydi, çayları tazele de ağzımızın tadı bozulmasın” dedi.

Bir gece birbirlerini kaybeden üç yaralı başka bir gecede birbirlerini kazandılar. Hayat ne tuhaftı. Bazen başımıza gelen kötü olaylar, iyi günlere açılan kapılardı.