Mustafa’dan ses yok.

Tekrar;

“-Mustafa” dedi.” Mustafa öldün mü?”

Mustafa gece yirmi iki matinesinden sonra eve gelmiş, yatış o yatış. Ana mı duyar. Sinemanın küçücük dört duvar odasında film makinesinin başında karanlık bir odada, en az bir buçuk saat; gözler perdede, gözler film makinesinin üzerinde, film makinesinden gelecek seste. Saat onda başlayan film, film arasıydı, filmin kopmasıydı derken en az saat yirmi dört’te   film bitecek de Mustafa evine gidecek,

Güldane Abla yatağın başına geldi, bu kez yumuşak bir sesle;

“-Mustafa. Mustafa!”

Mustafa gözünü açar gibi oldu,

“-Tamam ana,” diyebildi, ama anası gidince yine gözleri uykuya yenildi.

Güldane abla, kahvaltı hazırlamaya başlamış, bir yandan da “her gün böyle. Küçükten bir hevesle sinema makinistliğine başladı. Gece geç geliyor, gündüz de böyle. Kalmıştır artık. Film başlamasına daha iki saat var. Kahvaltımı yaptım, giyindim, gidiyorum derken, şuradan Cumhuriyet İlkokulunun yanından Akşehir Çay’ından geçti mi, biraz ilerde Çıtakların Bakkal dükkanı oradan Öpücük Sokağından geçti mi yüz metre ilerde zaten Anıt Alanı ve Saray Sineması; yok Aşevinin önünden giderse yetişemez. Neler düşünüyorum ben de.” derken çay kaynamıştı.

“-Mustafa” diyerek tekrar seslendi.

Mustafa küçük yaşlarda babasız kalmıştı. Saray Sineması açılmış dediklerinde on dört yaşlarındaydı. Akşehir’in içinde “sinema açıldı, sinema açıldı, bu akşam Cüneyt Arkın’ın filmi var” diye anons ettiklerinde çok heyecanlanmış, çok mutlu olmuştu. Tabi o zamanlar Uğur Sineması, Uzay Sineması, Bizim Sinema ve mahalle aralarında yazlık sinemalar da var. Akşehir adeta bir sinema ve kültür şehri. O kadar çok çevre köy ve kasabalardan film izlemeye gelenler var ki.

İsterseniz biraz da Mustafa’nın film makinistliğini yaptığı Saray Sinemasından bahsedeyim; Saray Sineması belki de dönemin en iyi sinemalarındandı. Afişleri sinemanın kapısına, tahtadan büyük panolarla asılırdı. On ayağa yakın merdiveninden hayal kapısına doğru büyük bir istekle girilirdi. Salonu daima dolu olurdu; balkon kısmı da salondaki izleyici sayısını pek aratmazdı. Akşehir Saray Sineması öyle adına yakışır bir sinema olmasa da sinemanın bulunduğu zamanlarda Akşehir’deki sinemaların en güzeliydi diyebiliriz. Salon kısmı en azından dört yüze yakın seyirci, yine balkon kısmı ile de iki yüze yakın seyirci kapasitesiyle büyük ve güzel bir sinemaydı. Adı Saray Sinemasıydı ya hani saray da değildi. Sinemaya para harcanmış fakat adına yakışır bir sinema olamamıştı, fakat seyirci sayısı ve film kapasitesi ile Akşehir’deki diğer sinemalardan üstünlüğü de göz ardı edilemezdi. Sinemanın tüm duvarları film afişleriyle süslüydü. Film başlamadan önce izleyicilerin büyük bir çoğunluğu bu film afişlerini seyreder birbirlerine : “Aaa bak! Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi’nin Oğlu film afişi. Bak bak! Burada da Ayhan Işık‘ın film afişi var.“ gibi konuşmalara sık sık şahit olmamak imkânsızdı.

Mustafa on dört yaşında bir çocuk ve Saray Sinaması’nın kapısının önünde, hayal perdesini görmek için yüreği küt küt atıyor.

Kapıda sinemacı;

“Sinemayı seviyorsun galiba. Gir içeri” diyor.

“-Evet, Hem sinemayı hem de filmin nasıl oynatıldığını merak ediyorum. Film nasıl oynatılıyor?”

“-Gel çocuk gel. Bak burası makine dairesi... Bu film makinesi…Bunlar da film makarası… Bak buraya boş makarayı, buraya da doluyu takıyoruz…. Sonra şu düğmeye basınca,,,”

-Bana film oynatmayı, bu makineyi öğretir misiniz? Ben burada çalışmak istiyorum.”

“-Senin okulun yok mu? Hem annen baban.”

“-Babam sizlere ömür, annem var.”

“-Başın sağ olsun çocuk.”

“-Ya okulun, okulun yok mu?”

“-Var.”

“-Önce okulunu okumalısın Mustafa. Önce okulun.”

“Derslerime çalışıyorum, derslerim iyi.”

“-Öyleyse yaz tatillerinde…”

O yaz tatilinde Saray Sinemasında makinistin yanında işe başlamıştı. Annesi kızmıştı ya, bir işi vardı, seviyordu da. Mustafa’nın sinemaya, film artistlerine, film oynatmaya, makinistliğe karşı bir merakı vardı, Gündüzleri Saray Sineması’nda film makaraları sarmaya başlamıştı ki her gün annesine oynanan filmleri, yaptığı işleri tek tek anlatıyordu. Para da kazanıyordu.

Güldane Abla tekrar bağırdı;

“-Mustafa!”

“-Geldim ana, yüzümü yıkıyorum.”

“-Sen biraz önce kalkmamış mıydın?”

“-İçim geçmiş be ana, rüya görüyormuşum. Sinemaya başladığım ilk günler, ilk bobin sarışım…”

“-İşin gücün film olmuş.”

“-Tamam ana. Geldim.”

       ****

Mustafa saat on bire doğru sinemaya girdi. Salon seyirci dolu. Gongu çaldı. Film başlamadan önce gong sesini duyup da salonda koşanlar ışıklar söndüğünde yer bulma kaygısına düşenler, heyecandan tuvaletlere gidenler, filmin nereden ve hangi koltuktan daha güzel görüneceğinin ince hesaplarını yapanlar, ellerindeki tespihlerlerle oynayanlar, gelenler, gidenler, nereye, nasıl oturacağını bilmeyenler, bağrışmalar, çağrışmalar birbirini izledi.
Film başladığında da genelde gelecek haftanın filminden parçalar konurdu ki herkeste artık bir sessizlik başlar, gözler beyaz perdeden ayrılmaz, karanlıkta hülyalara dalınır,  hele ki başrol oyuncusu birkaç kötü adamı dövüyorsa ki film izleyenlerinden “Vurrr! Vurrrr!” sesleri yükselirdi, bir de alkış tufanı kopardı ki bunun üzerine Makinist Mustafa’dan da “-Sessiz olalım beylerrrrr!“ uyarısı hemen gelirdi.
Hele ki film bir kopsun, sandalyelere ayak vurmalar, çokça da ıslık çalmalar birbirini izlerdi. Seyirciler bağırırdı : “Makinistttt uyumaaa!!” Bu ikazlara makinist Mustafa’dan da : “Gürültü etmeyinnn! Bağlıyoruzzzz!” uyarısıyla hemen karşılık gelirdi.
Birkaç saniye sürmez, film koptuğu yerden değil de atlatılmış olarak tekrar başlardı. Filmin en heyecanlı yerinde ara verilirdi. On dakika mola. Seyirciler koltuklarından kalkmadan, gazozcu, leblebici, çekirdekçi sinema salonuna dolardı. Sinema salonunu sesleriyle çınlatırlardı. “Buz gibi gazozzz” Çekirdekçiii!” Sonra yeniden film başlardı. Saat: 11:00’de başlayan filme neredeyse filmin sonuna doğru gelenler de olurdu. Filmin birinci bölümünü giremeyenler için ikinci kısım ne kadar anlaşılır bilmem ama belki de onlar sinemaya geç gelmenin acısını on, bilemedin on beş dakika kadar gösterilecek bir filmde çekerlerdi. Ne olurdu sanki Makinist filmi bir daha gösterse. Bir de yanlarında oturan seyircilere sormaları yok mudur? “Ne oldu? Nasıl oldu?” gibi konuşmalar duyulurdu. Yandaki sıralardaki seyircilerden sesler gelirdi. “Susun artık kardeşim! Burada filmi izleyemiyoruz. Önce gelseniz olmaz değil mi?” Yandaki sıralardaki seyircileri rahatsız ettiğini anlayan geç gelen seyircilerden artık bundan sonra ses çıkmazdı.

Her güzel şey gibi film de son yazısıyla biter, salon yavaş yavaş boşalmaya başlardı. Artık izlenen filme göre kimi zaman ağlayarak, kimi zaman gülerek sinema salonu boşalırdı. Makinist sinemanın salon kapısını kapatır, üst salonda kalanlar var mı diyerek üst salona bakar, üst salonun da kapısını kapatırdı, sonra sinemadan sessiz, yorgun ve ağır adımlarla Çay Mahallesi’ndeki evinin yolunu tutardı.
              

Bitti