Tüm dünya ve ülkemiz pandemi nedeniyle oldukça zor günlerden geçiyor. Yaklaşık 2 yıldır evlerimize hapsolduk. Bu dönem hepimize bir şeyler öğretti. Kimileri evinde ekmek yapmayı öğrendi, kimileri de içine, özüne döndü.

İçine dönmeyi seçenlerden birisi de benim. Hiç olmadığım kadar ruhumu, bedenimi ve benliğimi dinledim. En çok üzerinde düşündüğüm konulardan birisi korkularım oldu. Covid korkusuyla başlayan düşünme süreci beni hiç beklemediğim noktalara götürdü. “Kendinizi kendinize açabilirseniz, bu dünyada hiçbir şey sizden saklanamaz.” Bir kitapta okuduğum bu satırlar yepyeni ufuklar açtı. Kendimden neyi saklıyorum, yapabileceğim ve yapamayacağımı düşündüğüm şeyler ne? Beni frenleyen, beni ben olmaktan öte tutan neydi? Cevabı bulmak çok da zor olmadı. Kendi önümdeki en büyük engel korkularımdı. Kendimi içine hapsettiğim korkular, beni nefes alamayacak hale getirdiğinde onlarla yüzleşmek zorunda kaldım. Korkularımla yüzleşirken, korkularımı yüceltip kendimi aşağılarda bir yerlerde bıraktığımı fark etmemle birlikte sanki bütün sokak lambaları aynı anda yanmıştı. Korku gerçek değildi ve biz onları büyüttükçe onların hayatımıza egemen olmasına izin veriyorduk. Korkuları, ne DNA’mızla getirdik ne de karakterimizin bir parçası. Onlar sadece bize öğretildi.

Hayata gözlerini yeni açmış bir bebeğin korkusu var mıdır? Korkuyu bize kim niye öğretti? Korkuyla hiç tanışmamış olsaydık hayatımız neye benzerdi? Aklımda deli sorular... Henüz yeni doğmuş bir bebeği düşünelim. Tertemiz dünyaya gelen o bebeğin ihtiyacı olan tek şey sevgi ve ilgi... Bebek büyüyüp geliştikçe, dünyayı anne ve babasının gözünden algılamaya başlar. İşte tam da bu sırada tehlike çanları çalmaya başlıyor. Anne ve baba veya bebeğin en yakınındaki ebeveynler bebeği korkuyla tanıştırıyor. “Dokunma yanarsın”, “Düşme canın acır”, “Yemeğini bitiremezsen köpekler kovalar”, “Susmazsan doktor amca iğne yapar.” Sayıları istediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Hepimiz bu korkularla büyümedik mi?

Geçtiğimiz günlerde sonuçları açıklanan LGS ve YKS’de kaç çocuğumuz sırf korkularının esiri olduğu için gerçek potansiyelini ortaya çıkaramadı. Kaçımız “el alem” ne der korkusundan hayatı kendisine zindan etti. Kaçımız gelecek kaygısı yüzünden An’ı kaçırdı. İlginç değil mi? Hayatımızı korkuların yönetmesi, korkuya izin vermek ve korku imparatorluğunda hayattan alınabilecek tüm lezzetlerden kendimizi mahrum bırakmak.

İşin bir de diğer tarafı var. Korkularından arınmış bir insanı kontrol edemezsiniz. Korkusu olmayan bir insan hayattan ne istediğini bilir ve seçimlerinin ardında durur. Önüne çıkan sonsuz olasılıkların farkındadır.

Peki bundan sonra ne yapmalıyız? Madem korkular bize ait değil, madem önümüzü tıkayan en büyük engellerden birisi. Öyleyse sahiplerine iade edelim mi? Önce kendimizin müfettişi olalım. Nerede, nelerden korkuyoruz ve bu korkularımızı en yakınımızdaki çocuklarımıza ne kadar aşılıyoruz?

Korkusuz bir dünyada yaşamak neye benzerdi?

Özgürlüğümüzün önündeki engelleri tek tek temizlemeye var mısınız?