Hıdırlık’tan şehre kuvvetli bir rüzgâr esiyor; sanki Hıdırlık’ta tüm ağaçlar birbirleriyle kuvvetli bir şekilde bağrışarak konuyordu. Ayakkabı boyacısı Ahmet, İbre’ye yakın evinin odasının penceresinden dışarıya baktı. Yine, ellerinde su kaplarıyla, kadın, kız çoluk, çocuk İbre Çeşmesi’ne doğru yürüyorlardı. Akşehir’in bütün suları güzeldi; güzel olmasına ya her daim akan bu İbre Çeşmesi’nin suyu daha bir soğuk, daha bir güzel ve üstelik şifalı idi. Esen rüzgâra karşı İbre Çeşmesi’nin yolunu tutan Akşehirliler, bugün bayram da olsa haksız da sayılmazlardı. 

         Ayakkabı Boyacısı Ahmet, esen kuvvetli rüzgâra rağmen, bugün de boya sandığını alacak, şehri gezecek, müşteri bulabilirse ayakkabıları boyayacaktı. Bu güz mevsiminde, Hıdırlık’ın güzelliğinden İbre Çeşmesi’ne doğru sırtındaki boya sandığı ile Akşehir Evi’nin önünden kente doğru yönelecekti. Ayakkabı boyacılığından başka bir meslek edinmemişti. Zamanında da babası okutamamıştı ya... Bir dilim kuru ekmek için akşama kadar ayakkabıları boyayacak o gününün de nafakasını çıkartabilirse çıkartacaktı. Malı, mülkü, satacak bir şeyi de yoktu. Paçaları yırtık bir pantolonu, komşularının verdiği bir ceketi vardı ki perişan bir haldeydi.

         Dağ yamacına yaslanmış, toprak damlı, tek kat evinden, sırtındaki boyacı sandığı ile birlikte, besmele çekerek yola koyuldu. Kuvvetli esen rüzgârda üşümüş ellerini ovuşturuyor, yavaş adımlarla ilerliyordu. Kendi kendisine: “Bugün Şeker Bayramı. Hayırsız oğlum Şefik bu bayram da aramadı…” diye düşünüyor, üzülüyordu.

         Yıllarca ayakkabı boyamış; yıllarca da  bir bayram olsun aramayan oğlunu adam etmek için uğraşmıştı ya….” Düşünceleri yerini kızgınlığa bırakmış, kendi kendisine “Olmaz olsun böyle evlat! Olmaz olsun! Pis serseri!” diyerek, söylenerek yürüyordu.

         Soğuktan üşüyen ellerini ağzına götürerek nefesiyle hohladı. Kendi kendisine: “Bu hayat ne kadar zor ve anlamsız. Sen yıllarca oğlum diyerek, okut, büyüt, adam et. O seni bir kere bile olsun arayıp sormasın…” diyordu.

         Elleri soğuktan titriyordu. Bayram da olsa çalışmalıydı. Dünyada, hayırsız bir oğlu vardı, o da arayıp sormadıktan sonra… Bayram da olsa çalışmalıydı; hiç yoksa birkaç çift ayakkabı boyamalıydı ki bu günlük nafakasını çıkartabilsin, evine bir şeyler götürebilsin. Gökyüzü kadar güzel, gökyüzü kadar temiz şehre baktı. Herkes kendi dünyasında herkes kendi âlemindeydi. Sırtındaki boya sandığı ile birlikte, İbre Çeşmesi’nden Akşehir Evi’ne doğru yavaş yavaş adımlarla yürüyordu.

         Neden sonra Akşehir Evi’nin kapısının yanına çöktü. Boya sandığını yanına koydu. Başını ellerinin arasına aldı. “Oğlum diyordu, oğlum Şefik bu bayram gelse de…” Zayıf ellerini tekrar başından bıraktı. Başını kaldırdı; arayan gözlerle yollara baktı. “Belki de iş yerinde nöbete bırakmışlardır, nöbete filan kalmıştır” diyor, gözleri yollara bakıyordu; fakat görünürde hiçbir şey yoktu.

         Anıt Alanı’nın önünden boya sandığı sırtında iniyordu. Alan bayramlık elbiselerini giymiş ellerinde balonlarla gezinen çocuklarlarla, balon satan baloncularla, oyuncak satan oyuncakçılarla doluydu. Şehirde bayramın verdiği neşeli bir coşkunluk, bir sevinç havası esiyor, her yerde gülen yüzler, neşeli gözler vardı. Bayramlaşmalara çıkılmış, toluca gezmelere başlanmıştı.

         Yavaş yavaş Anıt Alanı’ndan 24 Ağustos Bulvarı’na doğru iniyordu ki kahvehanelerin birisinin önünde kapı önünde bekleyen bir genç:

         —Boyacı Ahmetttt! Diye seslendi. Gel hele! Gelll! Bugün bayram.. Diyerek elini tuttu. “Bayramın mübarek olsun!” diyerek elini de öptü.

         Boyacı Ahmet boya sandığını kahvenin önüne indirerek:

         —Senin de, dedi, senin de…

         —Bayramın birinci günü de mi ayakkabı boyuyorsun?

         —Evet.

         —Öyleyse benim şu ayakkabılarımı da bir parlatıver.

         —Uzat evlat.

         Ayakkabıları boyamaya koyuldu.

         Neden sonra kahvehane işletmecisi de geldi. Önce kolonya, sonra şeker ikram etti. Bu arada gencin ayakkabıları da boyanmıştı, kahvehaneye girdi. Kahveci de ayakkabılarını boyatmaya koyulmuştu

         —Ahmet Ağabey, dedi, hani senin bir oğlan vardı. Bu bayram gelmedi mi?

         Boyacı Ahmet:

         —İş yerinde nöbete kalmış, gelemeyecekmiş… Dedi, demesine ya, içinden de “her bayram bir bahane uydurur gelmez. Arayıp sorsa ya,  ne arar ne de sorar! Üç beş kuruş babasına gönderse ya o da yok” diye düşünüyor, bir yandan da boya sandığının üstüne uzatılan ayakkabıları boyamaya çalışıyor, üşüyen ellerini de arada bir ağzına götürerek, hohluyordu.

         Şehir bayram havasını, Hıdırlığı, İbre Çeşmesi, Anıt Alanı, 24 Ağustos Bulvarı, şenlik alanları, Engilli’si, Tekke’si, Savaş Köyü, tüm mahalleleri ile yaşıyor, güz mevsiminin rüzgarıyla, üşüyen elleriyle yetmiş yaşına merdiven dayamış Boyacı Ahmet ayakkabı boyamaya çalışıyordu.

         O da ne? Boyacı Ahmet yetmiş yaşına merdiven dayamasına rağmen, birden bire gençleşmiş, bir aslan gibi yerinden doğrulmuş, ayakkabılarını boyatan müşteriyi unutmuştu. Kaç yıldır hasret kaldığı oğlunu uzaktan görmüş, birden aptallaşıvermişti. Gerçekten gelen hayırsız oğlu Şefik miydi? Gördüğü gerçeğin ta kendisiydi. Sevinçten koşarak oğlunun yanına gidiyor, oğlu Şefik de babasının yanına doğru geliyordu.

         Şefik:

         —Baba, diyerek ellerine sarıldı, ellerini öptü.

         Yıllar sonra karşılaşan baba oğlun mutluluğu görülmeye değerdi.

         Ayakkabı Boyacısı Ahmet boya sandığını, fırçalarını bir yana atmış, 24 Ağustos Bulvarı’ndan yeni bir yaşama, mutluluğa doğru oğlu Şefik ile birlikte yürüyor, caddelerdeki insanlar bayram havasının neşesinde bir başka gülümsüyor, baba oğul kent kalabalığında kayboluyorlardı.

         Ayakkabı Boyacısı Ahmet ‘in dudaklarından ise hâlâ:

         —Hayırsız, sözleri dökülüyor, hayırsız, hayırsız, diyerek oğlu Şefik’e söyleniyordu.

         Oğlu Şefik:

         -……………

         BİTTİ