Kıymetli Dostlar! Bir kez daha Mübarek Ramazan ayına ulaşmanın huzurunu yaşıyoruz. Bizleri bu kutlu günlere ulaştıran Rabbimize şükürler olsun. Sadece bedenimizi değil, ruhumuzu da dinlendirdiğimiz Ramazan ayında vermenin ve cömertliğin huzurunu yaşayanlardan olmak en büyük arzumuz olmalı.

Adeta evlerimize hapsolduğumuz pandemi günlerinde, vermenin mutluluğuna çok ihtiyacımız var. Neredeyse her yüzyılda bir gelen pandemi bizi yalnızlaştırdı. İnsanı insana daha muhtaç hale getirdi.

Hepimizin evi sayılan dünyamızda yaşarken; etrafımızda yaşayan komşularımız ve yakın çevremizle daha iyi bir varoluşu gerçekleştirmek için bu mübarek günleri fırsata çevirmeliyiz.

Aynı gökyüzü altında yaşadığımız insanların kalbine nasıl gireceğiz ve onları kalbimize nasıl buyur edeceğiz? Bence bunun çok önemli bir püf noktası var:

Vermemiz gereken yerde vermek. Verdikten sonra geriye dönüp bakmamak elbette. Dünyamızda pek çok acı var. Her geçen gün bu acı, inilti, sıkıntı ve dertler çoğalmaya başladı. Bütün bunları kendi çabamızla, duygudaşlık kurarak halledebiliriz. En azından bir kısmını çözebiliriz. İşte o zaman bu dünyada yaşamaya değer diyebiliriz.

Peki, neleri verebiliriz? Sevgimizi, şefkatimizi, dikkatimizi, ilgimizi, bilgimizi verebiliriz. Dostluğumuzu verebiliriz. İletişim kurduğumuz insan neye en çok ihtiyaç duyuyorsa onu vermemiz daha güzeldir. Ancak böylece gerçek anlamda cömert insan olabiliriz.

Cömertlik dediğimiz şey belki de kendimizle birlikte diğer insanları da mutlu etmektir. Vermenin mutluluğu; insanı başka insanlarla hemdert olmaya, onların dertleriyle dertlenmeye yönelten muhteşem bir duygudur.

Cömertlikte en önemli şey belki de verenin verdiğini unutmasıdır. Verdiğinin karşılığını beklemeyen insan, hakiki cömert insandır. Bizim kültürümüzde infakın ölçüleri çok yüksek tutulmuştur. Önemli olan, paylaşmakta zorlanan insanların da paylaşabileceği bir ortamı tesis etmektir. Verenin nezaketi, alanın da haddini bilmesidir. Osmanlı’da  “zimem defterleri”  vardır, bakkal hesap defteri. Zengin kimse gider bir bakkal dükkânına ve o zimem defterinde borcu kayıtlı bir yoksulun borcunu öder, kimliği gizlidir; ne yoksul kimin ödediğini bilir ne de varlıklı kimse kime yardım ettiğini görür.

Kökeni Selçuklular dönemine kadar uzanan “Sadaka Taşı” geleneği çok güzel ve müthiş bir örnek olarak gösterilebilir. Fakir ve muhtaç kimseler, sadaka taşlarında biriken bağışlardan sadece ihtiyacı kadar alır diğer fakirlere de bir şeyler bırakmaya özen gösterirlerdi. Bu bağışlar; genellikle gece karanlığında veya kimsenin olmadığı bir zamanda, sadakaların bu taşın tepesindeki çukura bırakılmasıyla gerçekleştirilirdi. İhtiyacı olduğu halde istemekten çekinen kimseler, gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir ve kendisi için gerekli olan miktarı buradan temin ederdi.

Peki, neyi vereceğiz dostlar? Her zaman maddi olanı vermek zorunda mıyız? “Neyin varsa ondan vereceksin, cömertlik ondandır” der eskiler. Bazen dikkatimizi vereceğiz, bazen kendi varlığımızı bile vereceğiz. Bazen ilmimizden, bilgimizden vereceğiz. Yeri gelecek neşemizden vereceğiz. Özellikle

Nasreddin Hocamızın torunları olarak mizah duygumuzdan vereceğiz. Şu zor zamanlarda neşe ve mizaha o kadar çok ihtiyacımız varken vereceğiz.

Evet, kardeşlerim! Vermek insanları mutlu eder, Ama vermek en önce kendimizi mutlu eder.   Son zamanlarda pozitif psikolojinin de araştırma konusu olan şu soru dikkate değerdir:

“Kim en mutludur?” sorusuna verilen cevabı herhalde tahmin etmişsinizdir.       

“En çok verebilenler mutludur.”

Aslında kendisinden ve samimiyetle verebilen insan, kendisiyle ilgili en derin insanlığı gerçekleştirmiş olur.

İnsana ait tüm erdemler gibi cömertlik de hiçbir zaman zorlamayla veya sebep-sonuç ilişkisiyle değil, tamamen insan olmamızın sonucunda gerçekleşir. Bu noktada bir ayrıma çok dikkat etmek gerek. Cömertlik veya vermek ile israf arasında çok ince bir çizgi var.

Çocukluktan hatta bebeklikten itibaren hayatımızda yer etmeye başlayan cömertliği, kişiler arası ilişkilerde daha kalıcı ve sağlam bir şekilde yaşatmamız lazım. Toplumsal yaşamda her ne kadar diğer insanlardan az veya çok alacağımız olsa da verebildiğimiz ölçüde alacaklarımızı tahsil edebiliriz.

İnsanoğlunu her zaman mutlu eden etmenlerin başında erdemler gelir. Erdemli bir hayat; hem bizleri daha iyi bir insan kılar, hem de daha mutlu biri olmamızı sağlar.

Cömertlik sadece ihtiyaç duymadığımızı vermek değildir. İhtiyacımız varken verebildiğimiz an en derin ve kıymetli cömertlik sergilemiş oluruz.

Cömertlik deyince; daha çok maddi anlamda bir şeyler verme olarak algılanan günümüz dünyasında, “dikkat cömertliğine” daha çok ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Büyük çoğunluğumuzun cep telefonları ve bilgisayar ekranlarına gömüldüğü bir çağda, bana sorarsanız cömertliğin en anlamlı olanı “dikkat cömertliği” olmalıdır. Dikkat fukarası olan bizler, muhatabımızdan dikkatimizi kolaylıkla esirgemeye başladık. İlk adım olarak tebessümle dikkat cömertliğini sergileyebiliriz. Tebessüm etmeyi sadaka kabul eden bir medeniyetin mensuplarıyız. Hiçbir şey veremesek bile tebessümle çok şey vermiş oluruz.

Çocuklarımız için en iyi rol model olabilecek biz anne-babalar da cömertlik ve paylaşma konusunda yavrularımızla birlikte vermeyi gerçekleştirelim. Çocuklarımıza verdiğimiz harçlıkların belli miktarını ihtiyaç sahipleriyle paylaşmanın güzelliğini vurgulayalım.              

Yirminci yüzyıl münevverlerinden (aydınlarından) birisinin şu sözleriyle yazımızı tamamlayalım:

“Zekât dendiği zaman malını fakirlere vermek olduğu gibi, fakirlerin de zekâtı zenginden ümidini ve gözünü kesmektir. İlmin zekâtı onu ehline ve tâlibine vermektir. Evin zekâtı gelen misafiri ağırlamak ve hürmet etmektir. Sohbetin zekâtı dedikodudan uzak olmaktır. Evlâdın zekâtı yetimlere ihsandır. Kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardımıdır. Nefsin zekâtı kötü ahlâkları terk etmektir. Aşkın zekâtı vermek, hep vermektir.”