Kimi zaman onu Hıdırlık yolunda İmaret Cami’nin civarında görürdüm. Üstünü başını bir gün çok güzel, bir gün yırtık pırtık bir şekildeydi. Bazen de saçı sakalı birbirine karışmış bir halde, başı önde yürür giderdi.
Fikret’in sanırım kendi ile hayat ile bir mücadelesi vardı. Hayatı acılarla, sıkıntılarla geçmiş, kim bilir hangi derdin acısı ile ruhu ezilmişti. Yüzü solgun, çok zaman saçı sakalı birbirine karışmış, mutsuz bir yüz ve şehrin kaldırımlarında ve yıkıldım yıkılacağım denen bir evde geçen sefil ömür. Ruhu yaralanmış, kederli, acı dolu bir bünyenin soldurduğu bir yüzde tanıdım onu. Fakat gözlerindeki ışık başka bir şeydi. Zeki ve akıllı bir insanın gözlerindeki fer vardı.
Bazen de bir bakarsın kaldırımda olduğu yerde durur aklına bir şey gelmişçesine geldiği yöne doğru giderdi. Onun geriye dönüşlerini çok gördüm. Durup konuşmaları kendi kendisiyle değil de mutlaka kentli birisi ile olurdu. Konuşmaları çoğu zaman anlaşılmaz, el işaretinden ya sigara ya sigarasını yakmak için kibrit istediği anlaşılırdı, fakat bu istemlerinde bile el hareketlerinde bir güzellik, yüzünde bir tebessüm belirirdi. Konuştuğu zaman sesindeki güzelliği hissettiğinizde, deliliğin belirtisini onda hissedemezdiniz.
Onunla konuşmalarınızda sizden sigara ve kibrit dışında, onun size düşündürdükleri, onu tanıdıkça insanların kendisine karşı vefasızlığı, kabalığı ve zalimliğini düşünmemeniz imkansızdı.
Uzaktan tanıdığımız bir insandı, uzaklaştığımızdı. Yolum üzeri olduğu için her gün görür, (-o yıllar bir özenti sigara da içiyorum) kendisi de beni İmaret Cami’nin orada bilmem bekler bilmem karşılaşırız. Yanıma sessizce gelir, kendisine sigara, kibrit alıverirdim. Yüzündeki mutluluğu görür, sevincine şahit olurdum. Sonra kendisine elbise ve ayakkabı da vermişliğim olmuştur.
Bir kentte yaşamak, uzaktan gördüğümüz bir kişiyi “deli” diyerek uzaklaşmak, kendimizden ve insanlığımızdan uzak kalmak gibiydi benim için. Bu benim için can sıkıcıydı, insanın insanlığından, duygularından, yüreğinin atışından kaçışıydı, ben kaçamadım.
Bazen kasaba can sıkar. Yüksek duygular gerekir. Sadece Fikret için değil, herkes için kasaba için eğitim gerekir. Okullar ve kütüphaneler gerekir. Kimi de “bana ne?!” diyebilir. Yıllar önce de böyleydik, yıllar sonrasında, eğitim en başta, okuma, millî ve manevi duyguların ön planda tutulması, tiyatro, toplumun bilinçli bir hale gelmesi, yine Pervasız gibi topluma yön veren gazetelerin çoğalması, sevgi, saygı, ahlak gibi gibi hasletlerin çoğalması.
Deli diye tanımladığımız Fikret ‘in acaba bir günü nasıl geçiyordu? İmaret Cami’nin çevresinde birkaç odası yıkık bir evde kaldığı söyleniyordu. Sanırım yine hayırseverlerin verdiği yemekleri yemekle hayatını idame ettiriyordu. Akşehir halkı yardımseverdi, kimi elbise veriyor, kimi karnını doyuruyordu.
Ona “deli” diyorduk çünkü bu dünyada insan aklından daha önemli bir şeyin olduğunu düşünemiyorduk. Örneğin “yapay zekâ” diyoruz, “bilgisayar” diyoruz ya onları da yapan nihayetinde “insan” değil mi? Akıl insan ve hayvan arasındaki bir çizgi değil mi?
Fikret’i “deli” olarak tanımlayan, ona kızan insanlarda onu anlamadan, kendilerini anlamadan kendilerini ve zekalarını küçültmüş olmuyorlar mı? Belki siz benim düşüncelerimi kabul etmeyebilirsiniz fakat kimseye de düşüncelerimi kabul ettirmek gibi bir iddiam da yok. Sorun burada Fikret ‘in ve Fikret gibi insanları yaşadığı dönemde anlayamadığımızdır, onlara yeteri kadar kol kanat geremediğimizdir. Bu üzücü, toplumsal olarak her ne kadar sahip çıkmaya çalışmışsak da yeteri kadar sahip çıkamadığımızı düşünmekteyim.
Fikret’i anlatıyordum, neyse konumuza dönelim, felsefe yaparak kafa ağrıtmayalım, kabak tadı vermeyelim.Bir aralık ayının ayazında, (-otuz, otuz beş yıl kadar önce) Akşehir soğuğunda güvercinlerin çatılarda donup öldüğü bir günde Fikret’'i işe giderken görmüştüm, o da beni gördü ki her gün olduğu gibi yine İmaret Cami’nin önündeydi Fikret. Beni bekliyordu anladım, koşarak yanıma geldi.
-Ağabey, ağabey diyordu.
Deli Fikret’in sırtında yırtık bir ceket, bilmem, kimin verdiği paçaları yırtık kısacık bir pantolon vardı ki kar kalınlığı on santimi bulmuştu. Mevsimlerden Aralık’tı ve soğuktu. Ayağında ise yazlık ayakkabılar vardı. Dünkü günden aldığım sigara paketini verdim. Soğuktan üşüyen elleriyle zor da olsa paketten bir sigara çıkartarak yaktı.
—Sağ ol ağabey, sağ ol. Diyordu.
Yine iki büklüm bir halde, yazlık ayakkabılarıyla karlara basarak yürüyordu. Akşehir’e kış
gelmişti soğuktu, sevimsizdi ve lapa lapa kar yağıyordu; soğuk bir kış ayında donarak ölmüştü.
Her Nasreddin Hoca Mezarlığının önünden geçerken Fikret’i hatırlar, üzülür, Fikret ve tüm ölmüşlerimiz adına dualar eder, mezarlığın önünden öylece yürür geçerim. (2025-AKŞEHİR)