Yaşımın elliyi geçtiğini unutarak, yürüyüş ve ağırlık çalışmalarını abartmış olacağım ki, kaslarımda acı ve hareket kısıtlılığı başladı.

İlk tetkik için gittiğim aile hekimim, cerraha yönlendirdi. Devlet Hastanesi’nden sıra fişi alarak, poliklinik kapısı üzerindeki ekrandan, sıramı takip edebileceğim bir koltuğa oturdum.

Servisinde yatan hastalarının kontrolünü tamamlayan doktor, biraz gecikmeli de olsa polikliniğine gelmişti. Ekranda yayınlanan isimlere aldırış etmeden, hastaların içeriye taarruz etmelerini, açık olan kapıdan izliyordum.

Müşkül duruma düşen doktor; “Lütfen sıranıza riayet edin, hepinizi aynı anda dinleyip muayene edemeyeceğime göre, sağlık çalışanlarına ve birbirinize saygı gösterin. Mesafenizi koruyun, gerekirse öğlen ara vermem, yine de sizlerin muayenesini tamamlarım” diyordu.

Biri ekranda kendi isminin yazdığını, biri çok hasta olduğunu, biri dükkanını kapatıp geldiğini, biri çalıştığı işyerinden izin aldığını söylüyor, birileri de yanlışını anlayıp, sessizce dışarı sıvışıyordu. En arkada duran uyanık ta doktorun ağzından hakaretvari bir söz çıksa da, hemen CİMER’e şikayette bulunsam diye fırsat kolluyordu.

İçeride bunlar yaşanırken, bazıları da Hıdırlık’ta oturur gibi rahat ve geniş koltuklarda; “Sen kimidin, filan neyin olur, bildim bildim şunun kızıydın” gibi muhabbetler yapıyordu.

Doktorun sözleri beni, yıllar öncesindeki hastane ortamına götürmüş, film şeridi gibi izliyordum. Hasta olmayanın da hasta olabileceği daracık koridorlarda, sigara dumanının altında, saatlerce dip dibe ayakta sıra beklenirdi.

Bazı hastalar çaresizlik içinde, acıdan ve ağrıdan kıvranırken, bazıları da duvara yaslanmış, haline ağlıyordu. O koridorlarda “biz insan değil miyiz?” diye yalvaranlara da, isyan edip küfür edenlere de rastlamıştım.

Ultrason, MR gibi çekimler, maalesef o günlerde ilçe hastanelerinde olmazdı. Konya merkezindeki hastanelerden, bir kaç ay sonrasına gün alabilmek için, bir gününüzü heba ederdiniz. Tedavi sürecinizin uzar ve masraflarınız çok artardı.

Doktorların suratı mahkeme salonundaki hakim gibi hiç gülmezdi. O dönemlerde insanlara yukarıdan bakan, hakir gören, senli benli kaba davranışlarla muayene eden doktorlara fazlasıyla rastlardınız. Hatta kapıda isim okuyanların bile, havasından geçilmezdi.

Doktor muayene sonrası durumunuzla ilgili, homurtuyla konuşurdu. Eğer siz, “ne gerekiyorsa yapalım” diye bir cümle kurmuşsanız, mesaiden sonra özel muayenehanede olmanız gerektiği fısıldanırdı.

Öğle arası ya da mesai bitimi sonrasında muayenehaneye gittiğinizde, surat yapan doktor gider, yerine ikiz kardeşi olan; paraya gülümseyen, hal hatır soran, lütfen diyen iyilik perisi bir doktor gelmiş olurdu. Artık reçeteleriniz, bir yakınınızın sağlık karnesine yazılıverirdi.

O dönemde, şimdiki gibi eczanelerin camlarında, her türlü reçete geçerlidir, reklamı yapılmazdı. Çünkü Bakanlığın eczanelere ne zaman ödeme yapacağı hiç belli olmazdı. Bu durumda ilaç bedelini cebinizden ödeyip, aylar sonra geri ödemenin yapılmasını beklemek olağandı.

İlaç takiplerini yapacak bir sistem kurulmadığından, bazı eczanelerde başkalarına ait bol miktarda sağlık karneleri bulunur ve bu durumu fırsata çeviren doktor ve eczacılar olurdu.