Hikâye
Kasım ayı gelmişti… Gelen kış mevsimine doğru olan tuhaf bir sıkıntı vardı üzerimden atamadığım. Her sabah Akşehir’in Sultan Dağları gibi sıkıntılı, karartılı bir hava gibi uyanıyordum. Tarifi bulunmayan bir sıkıntı. Nasıl anlatsam? Yazarlığın sözde kaldığı sıralar; anlatılası olmayan bir sıkıntı. Uykusuz gecelerin sabahına sıkıntı ile uyanmak bu olsa gerek. Çoğu zaman yatağımdan kalkamıyorum ya akşama dek, yarım penceremden Akşehir’in akan Çayı’nın sesini dinliyorum, Hıdırlığın tertemiz kokan havasını soluyorum ya ne yalan söyleyeyim, biraz sıkıntımı gidermiyor değilim. Yine öyle günlerden bir gün… Uykusuz gecelerimden bir gece. Çay kenarından bir adam gölgesine benzer bir karaltı belirdi. Başında fötr şapkaya benzer bir şapka, kırkbeş, elli yaşlarında, ayaklarında ipi bağlanmamış botlar bulunan, yaka- paça açık bir karaltı. Önce bir yığıntı gölgesine benzettim ya, yanıldığımı sonradan anladım; yok, yok bu gölge insan gölgesi, insan karaltısıydı. Önce yığıntı sandığım için penceremden kendi kendime gülümseyerek, “yaşlanıyorum galiba” diye de gülümsemeye çalıştım.
-Kış ayları gelirken böyle tuhaf bir hal alırım. Bir sıkıntı hastalığı bu… Karaltılar görmek. Gölgeler…Yok, yok yaşlanıyorum.
Hayal değildi işte. Ertesi gece uykusuz geceler yakamı bırakmayınca o karaltı, o gölge yine belirdi. Bu insan kimdi, bugün pencereye doğru biraz daha yaklaşınca gördüm ki omzunda da bir ip bağlamıştı. Çay kenarında geziniyordu. Nöbetçi asker gibi bir o yana bir bu yana, bazen de koşturuyordu. Bu adam kimdi? Neden böyle geziniyordu? Üstü başı da öyle garipti ki… Üzerinde yırtık bir elbise, kimin verdiği belli olmayan yamalı bir pantolon…Gecenin bir vakti.. Çay kenarında gezinen bu adam kimdi? Kendi kendime mahallede güzel bir kadına mı geziniyor diye de düşündüğüm de olmadı değil; fakat bu adamın öyle çapkına benzer bir hali yoktu; hoş bu mahallede öyle bir kadın da yoktu. Merakımı daha da çok çekmeye başlamıştı bu kişi..Bu kişinin kim olduğunu öğrenmek merakımı o kadar çok arttırdı ki…Merakımı celp eden bu kişiliği öğrenecektim…
Yalnız dikkatimi çeken akşam ezanına doğru ezanla birlikte koşarak bazen de söylenerek uzaklaşıyordu.
Ezanın sesi onu koşarak Cumhuriyet Okulu’nun önünden Nasreddin Hoca Mezarlığı’na doğru koşmasına neden oluyordu. Ezan sesi onu buralardan alıp götürüyor, koşar adım uzaklaştırıyordu.
Benim hafızamda kaldığı kadar, üstü, başı yırtık, Çay Mahallesi ve Nasreddin Hoca Mezarlığı civarında koştururken gördüğüm, bazen de söylenerek yollarda yürüyen, genelde yaz ve kış başından o fötr şapkasını çıkarmayan, kendi halinde bazen koşarak şehir yollarında gördüğüm, bu kendi halinde kırk beş elli yaşlarında, yine ceketinde ip bulunan ve pantolonunu da iple bağlayan, neden sonra isminin ŞALİ olduğunu öğrendiğim bir kişilikti.
Koşar adım, bazen sessiz, bazen sesli… Üzerindeki elbiselerin kimin verdiği belli olmayan, içimizden biriydi ve her akşam ezanın okunuşunda Savaş Köyü’ne doğru koşturan… Yalan dünya… O da sırasını savdı işte.
Allah rahmet eylesin..Ruhu şad, mekanı cennet olsun…