Bunlardan Nar, Guguklu Saat ve Rakkas adlı öyküleri dijital ortamda okumuş, beğenilerimi dile getirmiştim yazarımıza. Takibimdeydi. Sonra bir öyküsüyle, Seyhan Livaneli Öykü Ödülünü aldığını duyunca çok çok mutlu olmuştum. Yazarımız adına, Akşehir’imiz adına… Çünkü öykü deyip yollara düşen, çabalarının sonucu üst düzey öykülerle karşımıza çıkan Nagihan Dermancı, Akşehirliydi. Çocukluğu, öğrencilik yılları güzel kentimizde geçmişti. Derken kitabına kavuştum. Her birini dura dura, her bir öyküyü, tadına vara vara okudum. Son söyleyeceklerimi baştan söylemek gerekirse, bir ilk kitap olmasına rağmen, sanki bu türde onlarca kitap yazmış bir yazar vardı karşımda. Yazdıkça yatağını genişletmiş, yazdıkça okuruna güzellikler sunmuş, Türk öykücülüğünde hak ettiği yeri almış bir yazar…
Öykülerde çoğunu bildiğimiz, gözlemlediğimiz yaşamlar ele alınıyor. Ev halleri, evlilik halleri, ayrılıklar, boşanmalar, ihanetler, gemlenemeyen arzular, sakala-bıyığa dönmüş ilişkiler, tacizler, tecavüzler, sıkışmışlıklar, çaresizlikler… Bu olaylar yaşanırken yazarın asıl üzerinde durup yüzümüze yüzümüze şamar gibi vurduğu, bin bir türlü insanlık hallerimiz… Bilip de bilinmesini istemediğimiz, görüp de görmezden geldiğimiz, aklımıza geldikçe yüzümüzü kızartan haller... Hinliklerimiz, samimiyetsizliklerimiz, insani değerlerimizi alçaltan, yok eden bin bir çeşit davranışlar… Büyükler yaptıkları hataların, yanlışlıkların bedelini ödüyorlar. Ölerek, ayrılarak, kapıya konularak, sürünerek… Ya doğacak çocuklar, doğup da büyümekte olan çocuklar?.. Ya daha gencecik çağlarında, oğlan kız, çiçeğe durmuş fidanlar?.. Onların yüreklerinde açılan yaralar nasıl kapanacak? Nasıl sarılacak?.. Neredeyse her öykünün içinde ya da sonunda, bir duvara toslayış var. Her bir öyküyü okuduktan sonra, uzun süre kalakalıyorsunuz. Adeta dayak yemiş gibi… Bir sonraki öyküye hemen başlamak mümkün değil. Tabii okur olarak sizin de iç dünyanızın kapıları aralanıyor. Yaptıklarınız, ettikleriniz, hele hele, keşke’leriniz geliyor gözünüzün önüne…
İnsan yaşamının bir yönünü gerçeğe uygun olarak ele alan bir türdür, öykü. Başta söylediğim gibi, Nagihan Dermancı bu türün hakkını veren bir usta yazar. Dil ve anlatımına, sözcük zenginliğine hayran olmamak elde değil. Rakkas öyküsünde yazarın, o dönem Osmanlısına olan hakimiyeti gözden kaçmıyor. Bu öyküdeki kullandığı dil ve anlatım, yarattığı atmosfer; bilgi birikiminin, iyi bir gözlemci ve araştırıcı olduğunun kanıtı.
Öykülerini sürükleyici kılan öğelerin başında elbette kurgu geliyor. Değişik kurgularla karşılaşıyoruz öykülerde. Örneğin “Taammüden” adlı öykü… Başta bir taammüden'in peşine takılıp giderken bambaşka bir taammüden'le karşılaşıyoruz.
Evler, hastane odaları, istasyonlar, meyhaneler, varoşlar, öykülerin geçtiği yer ve mekanlardır.
Yazar sözcüklerle, cümlelerle buraları öyle bir çiziyor ki, adeta siz de orada yaşıyorsunuz. Örneğin “Bir Dilim Pasta” adlı öyküde cinayetin izini süren iki polisle eşraftan yaşlı biri, meyhanede aynı masadalar… Yazar ortamı öyle bir ele alıyor ki, hem meraktan, hem de kebap rakı ızgara, canınız çekiyor, sizin de dördüncü sandalyeye oturasınız geliyor.
Bazı öykülerin geçtiği yer büyük şehirlerimiz. İzmir, Ankara, İstanbul… Diğer çoğu öykülerde ise olaylar Orta Anadolu’da ki ilçe ve kasabalarda yaşanıyor. Akşehir adı hiç geçmiyor. Ama ben her okuduğum öyküde Akşehir’i görüyorum, Akşehir’i yaşıyorum. Daha kitabın kapağına bakar bakmaz, Ulu Cami’den yukarı çıkan Orta Hamam Sokağı geliyor gözümün önüne! Hele bir de kitaba adını veren öykünün de geçtiği ana mekân; hamam, kadınlar hamamı olmasın mı?.. Farklı öykülerde Lezzet Lokantası, Efendi’nin Meyhane, Dağ Mahallesi, Uğur Sineması, Pervasız Gazetesi gibi yer ve mekanlar karşımıza çıkıyor. Bu durumu bayağı bir düşündüm. Sanırım değerli yazarımız, bu isimlere yer vermekle, çok çok sevdiği memleketi Akşehir’e yürekten duyduğu bağlılığı göstermek istiyor. Bir nişane… Bir gönül borcu gibi, minnet gibi…
Değerli yazarımıza bu uzun yolculuğunda çokça başarılar diliyorum. Nice nice güzel öykülere nice nice ödüllere...