Öyle irili ufaklı sarsıntılar değil, büyüklüğü ve şiddeti yüksek bir deprem, yaşantımızı nasıl etkiliyor? Oturdukları eve güvenemeyenler başta olmak üzere hemen herkes, deprem sonrasında kim bilir kaç saatini sokaklarda, parklarda, bahçelerde geçiriyor. Ağır hasarlı binalara zaten artık geri dönüş yok, hafif ve orta hasarlı binalara da artçı sarsıntılar devam ettikçe girilmemesi isteniyor.

Büyükşehirlerde “Afet durumunda toplanma alanları” tartışması başlıyor, yakın zamanda o alanların üzerine dikilmiş AVM’ler insanın gözüne batıyor, üstüne üstüne geliyor.

Bu tablo bazen günlerce, haftalarca sürebiliyor. Tüm ailede dayanılmaz bir ev özlemi. Hayatın düzeni alt üst oluyor. “Sıcak Yuva” akıllardan çıkmıyor, sığınılan her yer, herkese batmaya başlıyor.

Deprem, tsunami, sel, toprak kayması, çığ gibi afetler, gerçekleştiği bölgede insanların hayatını alt üst ediyor ancak örneğin Güney Amerika’nın bir ülkesinde yaşanan bir depremin ya da İsviçre Alplerindeki çığ felaketinin, dünyanın diğer ucunda yaşayan insanlara etkisi, can kayıpları için üzüntü duymanın ötesine geçmiyor.

Oysa dünya globalleşti. Geometrik olarak zaten bir küre şeklinde olan dünyada iletişim de ekonomi de spor da kültür sanat da küreselleşti. Ve ne yazık ki felaketler açısından küreselleşmeyi tamamlayan, Yeni Korona Virüs yani nam-ı diğer Covid-19 oldu. “Çin’in nüfusu o kadar kalabalık ki; adamlar aynı anda zıplasa, dünyanın yörüngesi değişir” efsanesi, bir virüsle gerçeğe dönüştü.

Yaşananlarda en garip ve anlaşılmaz olan ise doğal afetlerde evini terk etmek zorunda kalan insanların, salgın süresince “Mümkün olduğu kadar bir araya gelmeyin, kalabalıklar oluşturmayın, kalabalıklara karışmayın. Evinizde oturun, canınız sıkılsa da canınızdan olmayın” uyarılarına rağmen evde oturamaz hale gelmeleri, kendilerini her fırsatta sokağa atma çabaları. Depremde, selde evinin kıymetini bilenler; salgın devam ediyor olmasına rağmen, adeta evden kaçmanın yollarını arıyorlar.

Adı “Kontrollü” olan ama ne yazık ki kontrolün kısa sürede elden kaçırıldığı Normalleşme Süreci belki bunda etkendir. Türk insanının “Bana bir şey olmaz” şeklindeki öz güveni de nedenler arasında başı çekiyor olabilir.

“Çalışmadan geçinmeye kendi gücümüz yetmiyor, bazı ülkeler gibi bir ekonomik destek de göremiyoruz. Zaten bu kadar nüfusa devlet ne yapsın? Fabrikada, tarlada üretmeye devam etmek zorundayız. Madem çalışırken risk altındayız, o halde koyver gitsin” yaklaşımı, belki kızgınlığı da önemli sebepler arasında yer alıyordur. Ancak bazı şeyleri anlamak, gerçekten mümkün değil.

Örneğin, bir akrabasını kaybeden bir vatandaşın, kendisi gibi geleneklerine düşkün diğer akrabalarıyla taziye evinde bir araya gelip karşılıklı acılarını, üzüntülerini ve ne yazık ki korona virüslerini paylaşmaları…

Ya da; salgının başladığı günlerde sokağa çıkma kısıtlamasının uygulandığı 65 yaş ve üzeri grup için seferber olan, yaşlılara saygının kültürümüze özgü örneklerini yaşatan gençlerimizin, “Gençler genellikle taşıyıcı ve virüsü yayan yaş grubu olduğundan mutlaka maske takmalı ve virüsü başkalarına bulaştırmamalı” uyarısına karşın maskeyi aksesuar olarak kullanmaları…

Veya; öyle de battık böyle de diyerek bir araya gelip Batak oynayacak yer arayanlar…

28 Kasım 2020 Cumartesi günü itibariyle Sağlık Bakanı’nın açıkladığı tabloya göre; yeni vaka sayısı 30 bin 103. Toplam hasta sayımız 487 bin 912. Cumartesi günü hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sayısı, her ne kadar İstanbul Büyükşehir Belediyesi Mezarlıklar Daire Başkanlığı’na göre sadece İstanbul’da 173 olsa da ülke genelinde toplam 182. Toplam can kaybımız ise ON ÜÇ BİN ÜÇ YÜZ YETMİŞ ÜÇ!

Can kayıpları için takdir-i ilahi diyenler; karşıdan karşıya geçerken hızla gelen bir araç gördüğünüzde adımlarınız hızlanmıyor mu?

Taziyeye gitmezsem ayıp olur diyenler; girdiğiniz taziye evinden 15 kişinin test sonucu pozitif çıktığında, o insanlara ayıp olmuyor mu?

Altında ezildiği ekonomik yüke tepkisini, “Bir maskeyle mi bizi koruyacaksınız” diye gösterenler; tek bir maske, sizi ve etrafınızdakileri korumuyor mu?

Çocuklarınızın sizi örnek aldığını bilmiyor musunuz?

Yöneticilerin, öğretmenlerin, savcıların, avukatların, din adamlarının, kanaat önderlerinin; salgın sürecinde üstlendikleri görevler ve mecburiyetler nedeniyle ve tedbirlere sıkı sıkıya uymalarına rağmen virüse maruz kalmaları dışında, sosyal hayatlarından vazgeçemedikleri için koronavirüse yakalanma lüksleri var mı?

Eğer test sonuçları pozitif çıkan vatandaşların tamamı, her türlü tedbiri almalarına rağmen virüse yakalandılar ya da çevreleri dikkatsiz davranıp onlara bulaştırmadıysa, neden hasta ya da temaslı olduklarının bilinmesini istemezler?

Eskilerin tabiriyle: Ey ahali! Canınıza mı susadınız…