Ben aşkın ta kendisiyim.
Bir yanım yara bere,
Bir yanım güller içinde.
Ben aşkın ta kendisiyim.
Özlenen yine sevgili,
Aynı sevgili…
Ne Şirin idim,
Ferhat’ın dağları delmesini bekledim.
Ne Leyla idim,
Mecnun’un çölleri aşmasını bekledim.
Ne de Sparta’lı Helen;
Uğruna savaşlar verilen…
Ben Yakup idim,
Yusuf’un arkasından ağlayan,
Ben Yunus idim,
Kalbi aşk ile yanan.
Ben Şems idim,
Yoldaşının yoluna can koyan,
Canından olan.
Ben aşkın ta kendisiyim.
Diğer yanıyım.
Özlenen yine sevgili,
Aynı sevgili…
Sonbahar ayrılık mevsimi, şarkılar da şiirler de adı geçen sonbahar… Oysa ayrılık zaman mekân tanır mı? Aşk gibi içimize işleyip günden güne yakmaz mı?
Sonbaharda bu kasaba başka bir güzel, işte kartpostallık görüntüler bu mevsimde başlıyor. Her ömrün bir sonbaharı vardır. Tıpkı yapraklar gibi yavaş yavaş koparsın hayattan. Ve tıpkı yapraklar gibi sonu topraktır insanın da…
“Günaydın.”
“Günaydın teyze.”
“Bakıyım yüzüne, yine mi uyumadın Ela?”
“Uyku tutmadı teyze.”
“Ne olacak Ela böyle? Nasıl olacak?”
(…)
“Sağılığından olacaksın?”
“Korkma bir şey olmaz.”
“Neyse kahvaltı hazırlayayım.”
“Tamam, bende ekmek almaya gidiyorum.”
“Tamam.”
Tarçını da alıp çıktım. O olaydan sonra Tarçın artık kasabada kahramandı. Ayrı bir havası vardı. Bunun farkında olan Tarçın Hanımda kasıla kasıla yürüyordu. Tam kapısının oradan geçerken gözüm penceresine takıldı. Artık kendime engel olamıyorum. Gözüm kendiliğinden takılıyor ya penceresine ya kapısına…
“Günaydın.”
Yaramazlık yaparken yakalanmış bir çocuk gibi hissetim kendimi.
“Günaydın.”
“Nasılsın?”
“İyiyim, sen?”
“Pek, iyi değilim aslında…”
“Hayırdır?”
“Öyle, işte…”
“Benim yapabileceğim bir şey var mı?”
“Bilmiyorum…”
“Seni dinliyorum.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Ekmek almaya.”
“Beraber yürümemizin bir sakıncası var mı?”
“Hayır. Neden olsun?”
Birlikte yürümeye başladık. Bir şeyler söylemeye çalıyor sonra da vazgeçiyordu. Eli kafasında bana dönüyor, yüzüme bakıyor, sonra da derin bir nefes alıyor ama yine söyleyemiyordu. Son çırpınışı da boşa gidince, dayanamadım durdum;
“Komutanım neler oluyor? Ne söyleyeceksen söyle, kötü bir şey mi oldu?”
“Ela ben, ben yarın gidiyorum buradan.”
Beklemiyordum böyle bir şeyi. İçimden bir şeylerin kırıldığını hissetim. Buz tutan kalbim eridi. Güçlükle ayakta duruyor, ne söylemem gerektiğini bilmiyordum.
“Ben, şey…” Kelimeler, kelimeler mi bitti? Ben neden konuşamıyorum? Herkes neden sustu? Duyamıyorum. Bu toz bulutu ne ki? Nefes alamıyorum…
Derin bir nefes aldım.
“Neden gidiyorsun?”
“Askerlik bitti. Terhis oldum.”
“Anladım. Ben ne yapabilirim?”
“Bilmiyorum. Ben, şey, buradan giderken üzüleceğimi hiç düşünmemiştim.”
“Demek ki farkında olmadan sevmişsin.”
“Evet, şevmişim.”
Yolun ortasında durmuş öylece gözlerine bakıyorum. Ona gitme dememek için kendimle kavga ediyorum.
“Sanane giderse gitsin. Ne bekliyordun ki? Nasıl olmasını umuyordun. Günün birinde gideceğini bilmiyor muydun? Burada kim seninle gönüllü çürümek ister ki?”
“Yeter sus! Bu kadar acımasız olma. Canım yanıyor işte sende farkındasın. Hem bunca zamandır kayıptın şimdi nereden çıktın.”
“Seni sana bırakmıştım ama sen aptal gibi gittin adama âşık oldun.”
“Âşık falan değilim. Sadece…”
“Evet, sadece ne?”
“Sus artık, beni yine bana bırak.”
Kendimle kavgam sırasında gözlerinden alamadım gözlerimi. Sonunda konuşmaya başlayabildim.
“Üzülme özleyince gelirsin.”
“Haklısın özleyince…”
“Ne zaman gideceksin?”
“Yarın sabah.”
“Görüşemeyiz o zaman… Şimdiden iyi yolculuklar.”
“Hoşça kal Ela!”
“Hoşça kal, Mehmet.”
Yanından ayrılırken aklımı kalbimi onun yanında bıraktım. Ekmeğimi aldım karanlık yoluma devam ettim. Teyzemle zoraki kahvaltımı yaptıktan sonra onu Halime Hanımla bırakarak göle doğru gittim.
Ne demek istemişti ki bilmiyorum demekle. Ya bana gel deseydi… Gider miydim onunla?
…
Altıncı yılı tamamladım burada. Ne bir komşu ile konuştum ne de arkadaş edindim. Teyzem geldikten sonra hayatım değişti. Sanki burada yaşanması gereken ne varsa teyzemin gelmesini bekliyordu.
Komutan bu sabah gidecek olması içimde taşıdığım acının üzerine eklendi. Gidişi sessiz çığlıklarımın arasında yerini aldı. Bir ayrılık daha mı? Bir acı daha mı işleniyor bu adaletsiz kaderime? Bahçeye oturdum. Saatin kaç olduğunun farkında değilim. Buraya ilk geldiğim zamanlarda olduğu gibi zamanın bir önemi yoktu. Güneş doğuyor ben batıyorum. Omuzlarımda onun şalı, gözlerim penceresinde onu aradım. Işık yok, perdeler kapalı ama orada biliyorum, onu görebiliyorum.
“Nasıl bu hale geldi ki içimdeki şey? Yaşam belirtisi…”
“Hayır, canım aşk.”
“Hayır hayır yaşam belirtisi,”
“Saçma.”
“Hayır değil, aşk olamaz çünkü benim aşka inancım yok.”
"Öylemi ben neden kıpır kıpırım o zaman? Bal gibi inanıyorsun. Bal gibi de âşıksın ve aptalsın. Ha işte tam senlik, ancak uzaktan bakarsın böyle.”
“Yeter sus.”
“Sussam ne olacak karşısına geçip gitme diyemeyecek kadar pasifsin.”
“Değilim. Pasif ya da aptal değilim. Sadece yaralıyım anlıyor musun? Sus artık acıdığını biliyorum. Daha ben iyileşmeden ona bir hayat veremem. Hem onun beni sevdiği belli mi? "
“Aşka ispat mı gerekir. Bakışlarından görmüyor musun? ...”
Şalıma sımsıkı sarıldım. Gözlerimi penceresinden alıp dikkatimi elimdeki kitaba vermeye çalıştım. Ayrılığın arifesin de ayrılığı beklemeye başladım. Sabaha karşı kalkıp penceresine doğru yürüdüm. Elimi kaldırdım. Oradaydı. Sessizce veda ettim.
“Gitmesen olmaz mıydı?”
Bir eylül daha geçiyor ömrümden. Rüzgârıyla, dökülen yapraklarıyla, damla damla düşüyor gözümden. Savurup küllerimi gazellerle ile buluşturuyor beni. Gidenlere katıyor sevdiğimi…
Akşamüzeri uyandığımda komutanın penceresine baktım. Ama hiçbir iz yoktu. Odadan çıkıp salona geçtim teyzem evde yoktu. Küçük bir sandviç hazırlayıp kahvemi aldım bahçeye çıktım. Havalar yavaş yavaş soğumaya başladı. Kış erken gelecek belli. Tarçını salıp bahçede koşturmasını izlerken bende kahvaltımı yapmaya başladım. Hayatım yine rutine dönüştü. Tek fark eskiden tek düşündüğüm Zeynep’ti bir de komutan yerleşti kafamın içine.
"Ancak kafanın içine yerleştir sen."
"Yapma be içim, nasıl durduracaktım? Ne diyecektim?”
"Sadece tek kelime: Gitme…”
“O kadar basit mi?”
“Evet, basit. Onu görür görmez aklından geçeni hatırlatırım sana. “
“O sadece bir rüyaydı…”
“Her şey gerçekti, o rüyaydı değil mi?”
"Seni dinlemiyorum artık."
Kahvaltımı bitirdikten sonra garaja gittim. Gelirken kullandığım ama garaja kapatıp hiç ilgilenmediğim arabam neredeyse çürümeye başlamış. Direksiyona oturup çalıştırmaya çalıştım. Altı yıl önce canavar gibi çalışan Land Rover şimdi sadece homurdanıyordu. Zeynep Passat almam için ısrar etmişti ama benim gözüm siyah Land rover gözlerimi alamamıştım. O zaman ilk görüşte aşka inanmıştım. Suyuna baktım, biraz su ekledim ama yine çalışmadı. Tarçını alıp meydana doğru yürüdüm. Kahvehanelerden birine girip;
“Merhaba” dedim.
Orta yaşlı hafif kel bir adam ellerini önlüğüne silerek yaklaştı.
“Hoş geldiniz buyurun.”
“Oturmayacağım teşekkür ederim. Arabama bozuldu da, çekici bulabilir miyim diye sormaya geldim.”
Şans ilk defa benden yana galiba. Konuştuğum adamın adı Mevlüt’müş. Kahvehanenin sahibiymiş. Oğlu ilçede sanayide çalışıyormuş. Arayınca 1 saate gelirmiş.
Evi tarif edip evde bekleyeceğimi söyledim. Aslında evi tarif etmeme gerek bile kalmamıştı. Altı yıldır buradaydım, ben onları tanımıyordum ama onlar beni tanıyordu. 1 saat sonra bir genç çekici ile geldi. Esmer kara yağız bir delikanlıydı.
“İyi akşamlar abla. Araba nerede?”
“Garajda” dedim. Arabanın yanına götürdüm.
“Vayy güzel araba. Neyi var abla?”
“Çalışmıyor. Altı senedir hiç çalıştırmadım.”
“Yazık etmişsin be abla. Böyle güzel bir kız kaderine terk edilir mi?”
Yaptığı gafın hemen farkına vararak yüzünü yere eğdi.
“Ben çekiciyi buraya getiriyim “ dedi.
Arabayı çekiciye yerleştirdi.
“Ne zamana yapılır?”
“Bir götürelim abla da neyi var bakalım. En fazla bir haftaya teslim ederiz.”
“Tamam, tüm bakımlarını yapın.”
“Tamam abla. İyi akşamlar.”
Arabayı gönderdikten sonra Tarçınla birlikte göle doğru yürüyüşe çıktım. Neyin hazırlığıydı bu bilmiyorum. Sadece tedbirdi belki de. Bir gün dönme ihtimaline karşı... Bir iki saat yürüdükten sonra eve döndüm. Teyzem bahçede oturmuş, düşünüyordu. Geldiğimi fark edemeyecek kadar dalmış, içindeki sıkıntı yüzüne yansımış.
“Teyze… Neyin var?”
“Geldin mi? Fark etmemişim.”
“Dalmış gitmişsin. Hayırdır neler oluyor?”
“Çay koydum içer misin?”
“Olabilir.”
Beni ne bekliyordu bilmiyorum ama sorun büyük görünüyor. Kadınların geneli büyük bir sorun varsa zaman kazanabilmek söyleyeceklerini toparlamak için, bir şeyler yapma telaşına girerler. Teyzem geri döndüğünde elinde çay tepsisi titriyordu. Elinden aldım masaya bıraktım. Sandalyeye oturup ağmaya başladı. Biraz zaman tanıdım ona, sakinleşmesini bekledim. Çayımı yudumlarken acaba yeni acı daha mı diye içimden geçiriyor, bir taraftan da ağlayan teyzeme bakıyorum. Biraz sakinleşince;
“Neyin var teyze?”
Hıçkırmaya başlayınca korkum ikiye katlandı.
“Teyze neler oluyor? Söylesene, çocuklardan bir haber mi aldın? Onlarımı özledin?”
“Kanser… Kanser tekrar nüksetmiş.”
“Kanser derken? Nüksetmiş mi? Anlamadım? Ne kanseri? Kim kanser?”
“Ben kızım. Ben kanserdim. Üç yıl önce atlatmıştım ama beş yıl dolmadan tam iyileşmiş sayılmasın. Ben kendimi iyileşmiş sanıyordum ama işte tekrarladı.”
“Anlamıyorum teyze. Yani sen şimdi kanser…”
“Evet Ela. Göğüs kanseri. Enişten beni yarım bir kadın olduğum için bıraktı.”
“Peki çocuklar. Onlar seni nasıl yalnız bıraktı teyze?”
“Çocuklar, kanserin bulaşıcı olduğuna inandılar. Eve arkadaşlarını çağırmazlardı. Benden görüntümden utanmaya başladılar.”
“Bu çok saçma.”
“Maalesef öyle. Onları yetiştirirken nerede hata yaptım bilmiyorum. Sanki onları ben doğurmadım. Onlar için varlığımda yokluğumda bir.”
“Peki, tedaviye ne zaman başlayacağız?”
“Ela ben tedavi olmak istemiyorum.”
“Olmaz öyle şey. Arabayı bugün tamire verdim. Yapılsın İstanbul’a gidelim. Orada en iyi hastanede tedaviye başlarız.”
“Yeni bir mücadeleye gücüm yok Ela?”
“Benimde yeni bir kayba gücüm yok teyze…”
“Ah sen benim kızım olsaydın, pamuklara sarardım seni.”
“Sen yine beni kızın say teyze. Sen benim annemin yarısısın nede olsa.”
O gece teyzeme sarılıp annemin kokusuyla, teyzemi kaybetmenin korkusuyla uyudum. Artık hayata dönme vakti geldi. Yaşamak için değil yaşatmak için…