Panelist Nimet Gültekin’in sunumu şöyle:

“Tarık Buğra gerek hikayelerinde gerek romanlarında kişi ve çevre betimlemelerini sıkça yapar. Yazar betimlemelerinde öyle canlı bir dil kullanır ki kendinizi birden o ortamda buluverirsiniz. Gerçekçi bir yaklaşımla çevre-insan ilişkisini başarıyla kurar. Eseri yazarken olayların yaşandığı zamanın sosyal şartlarını da anlatmakta oldukça başarılıdır. Yazar sadece anlatmakla kalmaz kahramanları da kendi diliyle konuşturur. Akşehir’de doğup büyümesi, Anadolu ortamını yerinde görmesini sağlamıştır. Okumak ve çalışmak için İstanbul’da da bulunmuş ancak o hayatı boyunca hep Akşehirli olmuştur. Çağdaşı birçok sanatçı Anadolu’ya İstanbul’dan bakarken o,  Anadolu ve Anadolu insanı gerçeğine Akşehir penceresinden bakmayı başarabilmiştir. Yine çağdaşları aydının gözüyle halkı anlatırken o halkın gözüyle aydını anlatmayı başarabilmiştir. İşte bu özellikler Tarık Buğra’yı çağdaşlarından ayırır ve onu farklı kılar.

Yazar, Küçük Ağa romanının başında I. Dünya Savaşı sonunda Akşehir’in durumunu şöyle belirtir:  “Akşehir 1919’un baharını, büyük çöküntüden sonraki ilkbaharı karşılıyordu: Parasızlık, yokluk ve açlığa karşı belli belirsiz bir ümit baharı bekliyordu. Bu ümidin hatta adını söyleyebilecek bir babayiğit zor çıkardı. Fakat ne de olsa artık üşümeyecekler, hiç değilse soğuktan kurtulacaklardı. Ve soğuk, yaşlılarla çocuklar için açlık kadar yıkıcı idi, açlıkla büsbütün katlanılmaz oluyordu. Kasabada da yalnız yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Dört yıldır dükkânlarla, bağlarla, bahçe ve tarlalarla yalnız onlar uğraşıyor, her şeyin verimi de ona göre düşüyordu. (sayfa 3) Savaş Anadolu’ya çok şey kaybettirmişti. Her ev birini beklemekteydi. Gelenler de nasıl geleceklerdi? Kadınlar evde, erkekler kahvede uzun uzun oturmalar ve sessiz sessiz beklemeler… Müslüman halk bu durumdayken Akşehir’in canlanan farklı bir yeri vardı: Gavur Mahallesi. Bir zamanlar yerli halkın önünde saygıyla eğilen Nikolar, Ligorlar, Minaslar sanki Akşehir’in kralı olmuşlardı.

Savaş bu, elbette halktan bir şeyler götürecek. Erkekler savaşta olduğu için yeterince üretim yapılamayacak ve halk fakirleşecek. Maalesef savaşlarda hesap edilmeyen çehre… Akşehir’e İngilizler gelecek ve halka yiyecek dağıtacak. Yiyecek verecekler ancak bin bir hakaretle. Ve halk “keşke vermeselerdi.” diyecek. Sonra İtalyanlar gelecek bunlar halkın mukaddes saydığı leylekleri vuracak ve şapkalarına tüylerini takacaklar. Fakat çocuklara ve ihtiyarlara bol bol yemek verecekler. En önemlisi de Hristiyan’ı Müslüman’a üstün tutmayacaklar.”

Romandaki bir başka sosyal yapı olarak Salih’in annesinin evinde görürüz. Bir vakitler üçü kız, ikisi oğlan beş çocuklu olan bu evde şimdi sadece ihtiyar bir dul kadın yaşamaktadır. Salih’in kardeşi Çanakkale’de şehit olur, Salih de babasının şehitlik haberini Şam’dayken alır. Kızlar da gelin olmuş, kaderini yaşamaktadır. Salih’in annesiyle buluşması...  Kandil yakacaklar ama ispirto yerine haşhaş yağı var. Üstelik evde kibrit de yok. Niko’nun kendisine verdiği torbadan bir kibrit alan Salih kandili yakar. Mutfakta yemek yendiğini belli edecek hiçbir iz yoktur. Yine Salih Niko’nun kendisine verdiği torbadan bir şeyler çıkarır. Ama annesi “Yedim be Salih.” demesi üzerine Salih “Demek bunun da yalanı olurmuş!” diye şaşırır. Ayrıca annesinin sözlerinden gavurların kaçarken zehirli yiyecekleri bırakıp kaçtıklarını söyler. Salih annesinden iç çamaşırı, sabun ister. Babasının iç çamaşırları vardır, sabun ise kibrit kutusu kadar kalmıştır. Hem de ne zamandan kaldığı belirsizdir. Ayrıca Salih’in torbasından çıkan kıyafetler de oldukça kirli ve bitlidir. Bunları arındırmak için kaynatmak gerekir. Çayın, kahvenin içine katacak şeker yoktur ve şeker yerine kuru üzüm kullanılır. Kasabada üretim iyice düştüğü için perşembe günleri kurulan pazarda satıcıdan çok alıcı görülür. Perşembe pazarı, yoğurt pazarı, buğday pazarı, odun pazarı gibi yerler romanda adı geçen yerlerdir. Zamanla Perşembe Pazarına rağbet azalır.

Gavur Mahallesi’nde ise her şey yolundadır. Zevk, sefa, eğlence, meyhane hayatı devam eder. Yatsı vakti başladı mı Müslüman Mahallesi’nde hayat biter, Gavur Mahallesi’nde hayat yeni başlar. Hatta Gavur Mahallesi’ndekiler Müslümanlarla alış verişi bile kesecekler, kendi kahvehanelerini açacaklardır.

Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında Anadolu’yu Akşehir üzerinden böyle anlatır. Aslında yazarın bize vermek istediği mesajlar vardır. Anadolu’nun hangi şartlar altında kazanıldığını, insanların hangi mücadeleleri verdiğini Akşehir üzerinden anlatır. Bu durumda olan sadece Akşehir midir? Aslında Anadolu’nun her yeri Akşehir’den pek farklı değildir. Yazar bu sosyal durumu bize anlatarak vatanımızın değerini öğretmektedir.

Küçük Ağa romanından hemen sonraki bir zaman dilimini kapsayan Firavun’un İmanı romanında ise yokluk tüm hızıyla devam eder. Yazar bu sefer mekan olarak Ankara’yı gösterir.  “Ankara’da para, ilaç ve elbise bulunamaz. Ankara; yolsuz, ışıksız ve susuzdur; yazarın tabiriyle yürekler acısı bir hâldedir. (S. 104) Artık analar gülmeyi değil, ağlamayı da unutmuşlardır. Gücü yeten saban arkasında koşmaktadır. Açlık ve sefalet öldürmeye çok yakındır.

Sosyal hayatın ön planda olduğu bir başka romanı Yağmur Beklerken romanıdır. Rahmi annesini ve babasını küçük yaşta kaybetmiştir. Babasını hatırlamaz ancak anasını unutamamıştır. Bir ananın durumunu ve görevlerini şu şekilde sıralar: 

“Ana şehit karısıdır.

Ana bahçeye gider.

Ana çapa çapalar, ot yolar, soğan, sarımsak, yeregeçen eker;

domates, patates, patlıcan, kabak eker.

Ana elma, erik zerdali toplar.

Ana bunların kimini kurutur, kimini pestil yapar.

Ana inek sağar; yoğurt çalar, yayık vurur.

Ana satılacakları satar, alınacakları alır.

Ana, geceleri kör kandilin dibinde sökük diker, yama yamar;

beş paralıkları, on paralıkları, kuruşları sayar, ha sayar.” (S  27)    

Rahmi avukat olduktan sonra vefalık göstererek Akşehir’e döner ve mesleğini burada devam ettirir. Ancak tarımla da yakından ilgilidir. Pancar ve kavak işiyle uğraşır. Bunun yanında sebze ve meyve işiyle de ilgilenir. Hatta tavuğu, koyunu ve ineği bile vardır. Halkın durumu Küçük Ağa ve Firavun’un İmanı romanlarındaki kadar trajik değildir. İyimser bir hava eser ancak bu sefer halkı başka bir tehdit beklemektedir: Kuraklık. Bu kuraklık da dört beş yıl üst üste kendini gösterir. Kasabaya ilk defa su motorunu getirir. Ancak kuraklık öyle ilerler ki pancar, buğday, arpa, yulaf, çavdar hasadı yapılamayacak dereceye gelir. Çiftçi kazanamazsa esnaf da kazanamayacaktır. Üstelik artan vergiler de vatandaşın belini bükmektedir. Vergi memurlarının ise herkese söylediği söz: “Sat, sav, öde! Satarım, savarım, ödetirim!” Beklenen yağmur yağar ancak bardaktan boşanırcasına değil, kovadan boşanırcasına. Ardından da neredeyse ceviz büyüklüğünde dolu… Bu sefer kasabalı yağmurun ve dolunun verdiği zararı düzeltme çabasına bürünür. Rahmi’nin amcası Rıza Efendi şehre para getirmenin yollarını arar ve Akşehir Bankası’nı kurar. Yine Rıza Efendi satılacak olan fabrikaların alımıyla da ilgilenir.

Halkın sosyal yapısını etkileyen bir başka faktör ise gazetedir. Okuma yazma bilmeyen insanlar bile bir bilene okutmak için gazete alır. Güldane ise sırf gazete okumak için okuma yazma öğrenir. Romanın son sayfalarında ise kasabanın ihtiyarlarından Vehbi Emmi’nin elinde bir gazete görülür.

Yazarın bir diğer romanı “Dönemeçte” ise diğer romanlarından farklı bir sosyal ve ekonomik hayat vardır. Kıtlık bitmiştir ve o yıl ürün bol olmuştur. Ayrıca buğday da iyi para etmektedir. Halk bir anda zenginleşmiş ve adeta parasını nereye koyacağını bilemez hale gelmiştir. Bu sefer de savurganlık baş göstermiştir. Elektrik olmadığı halde buzdolabı alırlar. Ufak bir rahatsızlıktan dolayı doktora giderler. Hatta iğne yapmayan, ilaç yazmayan doktorları iyi doktor saymazlar. 

Maddi durum yerinde olunca köylünün kullandığı malzemeler de çeşitlenir. Plastik, teneke, çarık, yemeni, hacı yağı gibi ürünler artık köylünün ve kasabalının kullanımındadır. Fakat bu bolluk bu sefer zamları getirecek ve halkın kullandığı ürünlerin fiyatları yükselmeye başlayacaktır.

Memurların ve aydınların takıldığı ‘’Şehir Kulübü’’ adında bir mekân vardır. Bu mekandaki insanlar kaygısız insanlardır. Mekan olarak yazarın parasız kaldığı dönemde uğradığı Küllük Kahvesi’ne benzer. Buranın müşterileri de aydın insanlardır ve en mühim mesele bile burada şakaya ve mizaha dönmek zorundadır. Yazar en umutsuz olduğu zamanlarda burayı kendine mesken edinir. Burada sürekli okur ve notlar alır. Yazarın önemli eserlerinin temeli bu kahvehanede aldığı notlardan oluşur. Hatta anılarını anlatırken bu kahveden  “Küllük kahvesi borcunu ödeyemediğim birkaç alacaklıdan birisidir…” diye bahsedecektir.

Tarık Buğra eserlerinde birçok konuyu işlediği gibi Anadolu insanının sosyal, ekonomik, siyasi gibi birçok özelliklerine de değinmiştir. Döneme ait ne ararsanız eserlerinde bulmak mümkündür. O tek yönlü bir yazar olmamış; psikoloji, sosyoloji, siyasi, ekonomik gibi dönemin zihniyetini başarıyla işlemiştir. Tarık Buğra romanlarında o dönemi anlatmaz adeta yaşatır. Küçük Ağa’dan Dönemeçte romanına kadarki eserlerinde Anadolu insanını panoramik bir açıdan bizlere sunar. Anadolu’nun hangi durumdan hangi duruma geldiğini, nasıl bir sosyal ve ekonomik seyir izlediğini gösterir. Bu eserler öyle gerçekçi bir yaklaşımla anlatır ki bu konularda araştırma yapanlara da kaynak olabilir. Bir Akşehirli olarak Akşehir’in tarihi geçmişini bizlere gerçekçi bir şekilde anlattığı için yazarımıza sonsuz teşekkür ediyoruz.”