Panelist Bilgen Irmak Utku’nun sunumu şöyle:

“Tarık Buğra eserlerinde kişileri ve kişiliklerini ön plana çıkarır. Kişinin zamanla fikirlerinin değişebileceğini örnekleriyle bizlere sunar. Bu değişimlerin nedeni değişen şartlar, halkın beklentileri, kişilik bunalımları, arkadaş çevresi sayılabilir. Usta yazar bize bunları aktarırken karakterin hem dış hem de iç dünyasını başarılı bir şekilde sunar. Gerek betimlemeler gerek ruh çözümlemeleri yaparak okuyucunun gözleri önüne canlı bir şekilde serer. Eserlerinde kendi yaşantısından ve kişiliğinden izler bulmak da mümkündür. Bazen sosyal hayatı anlatır, bazen bireyin yalnızlığını ve iç dünyasını anlatır. Bu değişimden herkes az veya çok nasibini alır.

Değişimin en belirgin örneğini yazarın Küçük Ağa romanında görüyoruz. Küçük Ağa’yı yazma arzusu 1955 ya da 1956’nın sonbaharında Sultanahmet’te caminin dibindeki atkestanesinden asfalta düşen ve neslini üretemeyen tohumları görünce filizlenir. Nutuk, Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir’in Hatıraları, dergi ve gazete koleksiyonları, Mehmet Nazım Bey’den kalan üç küçük defterden okudukları onu milli mücadeleyi yazmaya iter. Yakın tarihe bakışını babası Mehmet Nazım Bey’e borçludur. O, Milli Mücadele’nin adsız kahramanlarından birisidir. Türk milletinin geçmişinden koparılmasını, milletin tarihsiz, hafızasız bırakılması içine sinmemiştir. Bu düşüncelerle Küçük Ağa’yı yazmaya başlar.

Romanın ön sözünde bu romanı yazmadaki amacını yazar kendisi şöyle söylemektedir:

“Bu romandan ilk defa rahmetli Peyami Safa Bey’e bahsetmiştim. Rejans lokantasında idik. Arkamızdaki masada genç bir çift yüksek sesle Fransızca konuşuyordu. Fakat artık Fransızca’nın manası başka idi. (…) 1919, 1920, 21, 22, 23 ve 1960!.. Değişen yalnız yabancı dillerin, yabancıların manası değildi, artık her şey değişmişti: mutfaklar değişmiş, gardroplar değişmiş, edebiyat, mimari, takvim ve ölçüler değişmiş, insan değişmişti. Fakat bu koca dünyanın değişmesi, bir milletin ölüm geçidindeki dört yıl süren eşsiz macerasından sonra olacaktı. Bense işte bu macerayı anlatmak istiyordum…”

Küçük Ağa bir değişimin, dönüşümün romanıydı. Padişah yanlısı, Kuvva-yı Milliye karşıtı İstanbullu Hoca’nın Kuvva-yı Milliye taraftarı Küçük Ağa’ya dönüşümü; yüzü parçalanmış, tek kolunu kaybetmiş Çolak Salih’in tam umudunu yitirdiği anda tek koluyla silah tutması değişimin en önemli göstergesidir. Her ikisi de zamanla doğruyu bulmuştur. Zira insanın sabit fikirli olmaması gerekir. Milli benlik ve bilinç kişiyi doğruya götürecektir.

Yazarın İbiş’in Rüyası romanı psikolojik, sosyal içerikli bir romandır. Yazar bu romanda karakterlerin bunalımları ve değişimlerini ele aldığı gibi hayal-gerçek çatışmasından da söz etmiştir. Nahit hırslı, amacından vazgeçmeyen sürekli arayış içinde olan başkarakterdir. Çok sabırlıdır, idealleri uğruna ailesine bile karşı gelebilir. Sanata özellikle komediye ilgilidir. Bir komedi de “İbiş” ismini aldığı için adı İbiş olarak kalır. Hafızalara kazınır. Etrafta İbişle dalga geçilmesine rağmen etrafa kulaklarını tıkamışçasına hareket eder. Kafasındaki doğrulardan dışarıya çıkmaz. Önce Vedia’nın Nahit’i terk etmesi, Sadi’yle çekişmeleri, Hatice’yle karşılaşması ve Hatice’nin de Nahit’i terk etmesi, Nahit’i yeni bunalımlara sürükler. Hatice olanlar karşısında dehşete kapılmıştır ve intihar etmiştir. Nahit ise gerçekleri kabullenememekte ve yaşadıklarının bir rüya olmasını istemektedir. Nahit gerçeklerle yüz yüzedir.

Kişiyi bunalıma iten düzenli bir hayatının olmayışıdır. Nahit de, Hatice de mutlu bir evlilik yapamayışlarının cezasını çekmişlerdir. Roman baştan sona bir karakter arayışı ve bunalımlar ile geçer.

Yazarın Yağmur Beklerken adlı romanında karakterler kasaba halkıyla çok partili döneme geçişte yaşananları yöresel ve etkili bir dilde bize sunmuştur. Kasaba da siyasi ve sosyal bir faaliyet merkezi olan fırkanın kurulmasıyla birlikte uğranılan davranış değişikliklerini, bir yandan da romanın kahramanı Rahmi’nin benliğinde iyi bir aydının nasıl şekillenmesi gerektiğini gözler önüne sermektedir. Romanın esas değişim konusu Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın politik anlamı değil, halk üzerindeki etkisi, daha doğrusu yönetici topluluk ile halk insanı arasındaki bağıntılardır. Şüphesiz ki fırkanın kurulmasıyla değişim sürecine giren sadece Rahmi değil, kasabada yaşamını sürdürmeye devam eden herkes bu durumdan etkilenir. Rahmi de bu değişikliği kendisinde fark etmiştir. Kasabada Rahmi’yi en çok etkileyen ve ondaki değişimin kaynağı olan iki kişi vardır; amcası Rıza Bey ve Avukat Kenan Bey. Partide görev alması sonucu amcasının ve hanımı Güldane’nin sözleri, Kenan Bey’in ölümü sonucu şahit olduğu konuşmalar Rahmi’deki değişimin dönüm noktası olur. Artık milletvekilliği teklifi gelse de o bu teklife kapıları kapayacaktır. Aslında Tarık Buğra kendi kişiliğini Rahmi kimliğiyle okuyucuya sunar.   

Yazarın çeşitli gazete ve dergilerde çıkan yazılarından oluşan “Düşman Kazanmak Sanatı” adlı eserinde haksızlığa asla boyun eğmez. Gazetedeki yazıları yüzünden gerçekten etrafında birçok düşmanı olmuştur. Yaptığı eleştiriler gazete sahiplerini rahatsız etmiştir. Çünkü Tarık Buğra onların istediği gibi yazmamış, haksızlıklara boyun eğmemiştir. “Allah’a ısmarladık” deyip kendini sokağa bırakmıştır. Ya değişimi yaşayıp, birilerinin kuklası olup onların güdümünde yaşayacak ya da kendi doğrularından vaz geçmeyip onurlu fakat fakir bir hayat sürecek. Elbette ki Tarık Buğra ikincisini tercih edecektir. İşte Tarık Buğra’yı büyük yapan onun bu düşüncesidir. “Sanat sanat içindir” görüşünün samimi savunucusu olma yolunda devam etmiş; hiçbir siyasi gruba dahil olmamış; bu yüzden de epeyce yalnız kalmıştır.” parolası da şu olmuştur: ÖNCE SANAT, SONRA YİNE SANAT.

Yazarın en çok tanınan hikayesi Oğlumuz hikayesinde yazar zamanın bireyi nasıl değiştirdiğini Ömer’in kişiliğinde okuyucuyla paylaşır. Yazar bu hikayeyi daha öğrenciyken ve bekârken yazmıştır. Ömer, üniversiteye giden bir gençtir. Arkadaşlarının etkisinde kalmıştır ve birkaç gündür eve sabaha yakın gelmektedir. Karı ve koca çocuğun eve geç gelişini kabul edemez ama Ömer’e de bir şey söyleyemezler. Yine bir gün sabaha yakın eve gelen Ömer usulca odasına geçer ve uyur. Anne ve baba sabaha kadar oğullarının gelmesini beklemişlerdir. Baba oğlunun odasına gider ve oğlunun uyuyuşunu seyreder. Bu arada oğlunun doğumundan bu zamana kadarki anılarını bir bir hatırlar. Zamanın kişiyi nasıl değiştirdiğinin düşünür. “Değişebileceğini aklımız almıyor. İşte, gözlerimi bir türlü yüzüne çeviremiyorum, sana bakamıyorum. Annen de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü düşünmeğe cesaret edemeden biliyoruz ki, artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık uykun da değişti. Hattâ asıl değişiklik uykularında oldu; sen uykularında da bizden uzaklaştın...”  diyerek değişimin karşısındaki çaresizliğini de vurgular. Burada değişim aile bağlarını olumsuz etkilemiştir ve ta Tanzimat’tan beri devam eden kuşak çatışmasını işler. 

Kahraman bakış açısıyla anlattığı Havuçlu Pilav Meselesi hikayesinde yazar insanların değişime kapalı olduklarını ve değişimi kolay kabullenmediklerini söyler. Karısına mutfak işinde yardım etmek ister. Birden aklına tezgahta gördüğü havuçları doğrayıp pilava katmak gelir. Karısı havuçlu pilavı istemez ve kocasını adeta mutfaktan kovar. Havuçlu pilavın yazarın gittiği yerde tanıştığı adam ve o adamın da rahmetli karısının yemeğinin oluşu… Yazar aslında kaybetmeye başladığı değerin ne kadar kıymetli olduğunu anladığı anda evin yolunu tutar. Eve geldiğinde ise karısının pilavın yarısından fazlasını yediğini görür.

Yazar bizlere değişimin anahtarını verir. “Bilmedikleri şeyleri asla olmazmış farz ederler. İlim zihniyeti işte bununla mücadele eder” diyerek insanların her an değişime hazır olmalarını ve bilimin de amacının değişimi yaşatmak olduğunu vurgular.

Yarın Diye Bir Şey Yoktur hikayesinde olaylar yine yazarın başından geçer. Hikayede kahraman tek yazardır. Bir akşam vakti kafasından geçenleri anlatır. Ertesi gün yapacaklarını düşünür, uyumak ister. Ancak bir türlü uyuyamaz. 500’den geriye saymaya başlar. 78’e geldiğinde bunun okul numarası olduğunu hatırlar ve 12-15 yaş arasında yaşadıklarını anımsar. Sabah olmak üzeredir ama yazar hala uyuyamamıştır.  Kafasındaki düşüncelerden bir türlü kurtulamaz. “Uykuymuş, uyumakmış, yarınmış, sağlam vücut, sağlam kafa teorisiymiş ve bütün teorilermiş; artık bana vız geliyordu…” diyerek her şeyi boş vermiş gibi görünür. Sonra da şu anki durumunu gözünün önünde canlandırır.  “Yetmiş sekiz, iki yüz lira aylıklı, aşçıya, bakkala borçlu; tek kat elbiseli, pençesi delik papuçlu ve… Aşksız, arkadaşsız bir gazete musahhihi olmak için var olmuştu?” diyerek mücadelesinin karşılığında emeklerinin karşılığını alamadığını düşünür. Bu hikâyede sosyal şartların ve ortamın kişi üzerindeki etkilerini görmek mümkündür. Sosyal şartlar yazarı böyle yaşamaya ve böyle düşünmeye sevk etmiştir.

Yazarın hayatı da romanlarıyla ilişkilidir. Gerek gençlik yıllarında gerek orta yaşlılık döneminde yaşadıkları eserlerine de yansımıştır. Tarık Buğra’nın zengin bir hayatı olmamıştır. Tarık Buğra ve ilk eşi Jale Baysal nikâhtan sonra taksiye verecekleri paraları olmadığı için Beyazıt’taki evlerine yürüyerek gitmişlerdir. “Ev dediğim bir oda, bir yatak ve iki sandalyeden ibaret; misafir geldiği zaman oturtacak bir üçüncü sandalyemiz yoktu” diyerek gerçek yaşamını bizlerle paylaşır. Yaşantısıyla, fikirleriyle, eserleriyle bizlere ışık tuttuğu için yazarımıza sonsuz saygı ve şükranlarımızı sunuyoruz.”